Prof. Dr. İoanna Kuçuradi, uluslararası ve ulusal felsefeciler örgütlülüklerinde en uzun soluklu başkan.. Üniversitelerimizin ilgili bölümlerinin kuruluş, bilimsel çalışmalarına soluksuz katkılarında, felsefenin “inatla ve umutla insan ve değerleri peşinde” kapıları açmasında teorik görüşleriyle yetinmiyor.. Ülkemizde insan haklarının geçerli kılınmasında, devletin sorumluluk alanlarında (yargı, polis, cezaevleri, din görevlilerinin..) insan hakları, değerler eğitimlerinde de başrollerde.
Kuçuradi;
ülkemizde de, dünyada da şiddetin neden arttığını sorguluyor. Dünyanın dört bucağında olan bitenlere baktığımızda, postmodernizmin en uç sonuçlarının yaşandığını görüyor. Felsefenin payı üzerinde duruyor. Sınırlarına dayanmış postmodernizmin aşılmasının felsefi değer bilgisiyle olabileceği umudunu taşıyor. Felsefecilerin sorgulamalarının, günün olan bitenlerine değerler bilgisiyle hesaplaşmalar, insan haklarına kapıların açılması yolunda olmasını diliyor.
İoanna Kuçuradi ile “Üç kuşaktan tanıklıklar, Cumhuriyet söyleşileri”nin yayımlanması gününün, Dünya Felsefe Günü ile yakın tarihe düşmesini istemiştim. Umarım gazetemizin internet yayınları içinde de yer alan Dünya Felsefe Günü’ne ilişkin mesajındaki: “Postmodernizmin uç sonuçları: İnsanlık olarak kendimizi silkelemediğimiz takdirde, 21. yüzyılın makineleriyle donatılmış bir karanlık çağın dünyayı kaplaması olasılığının gitgide artması.” uyarısından da haberlisinizdir.
Söyleşiye;
insanlık olarak kendimizi silkeleyebilmenin ne kadar zor, aynı zamanda ne kadar kolay olabileceğini kavrayabilme adına çarpıcı bir örnek oluşturmak üzere, Kuçuradi’nin Maltepe Üniversitesi, Temmuz 2019/Sayı 5 bülteninde de yer almış, insan hakları araştırma ve uygulama merkezi ve UNESCO felsefe ve insan hakları kürsüsü yayınındaki “Kendini tutabilme ve şiddet” yazısından alıntılarla başlama gereğini duyuyorum:
Ülkemizde de, dünyada da şiddetin neden arttığı ve artmakta devam ettiği sorusuyla uğraşanlar, çeşitli nedenlerden söz etmekte, şiddetin doğuştan mı geldiğini, yoksa sonradan mı öğrenildiğini görebilmek için çalışmalar yapmaktadırlar. Yaşamda gördüğümüz birçok şiddet olayında, kişilerin yaşadıkları şiddet ve korkuların etkisinin onları da başkasına şiddet göstermeye götürdüğünü görüyoruz. Svetlana Aleksiyeviç’in 2015 Nobel Ödüllü, Çinko Çocuklar başlıklı kitabında, bir annenin, yumuşacık bir çocuk olan ve çok genç yaşta Rus ordusuyla Afganistan’da savaşmış oğlunun, Rusya’ya döndüğünde gözünü kırpmadan insan öldürmesine nasıl şaşakaldığını okuyoruz.
Benim kendi deneyimlerime ve gözlemlerime göre, şiddetin en temel nedeni kendini tutmayı öğrenmemiş olmak görünüyor. Buna ise, çocuklarımızın eğitiminde yanlış olan bir özgürlük anlayışının, -benim ‘özgürlükçülük’ dediğim anlayışın- önemli rol oynadığını düşünüyorum.
Maltepe Üniversitesi’ne geldiğim ilk yıl, bir son sınıfta ders verirken, dersin ortasında bir genç sınıftan çıktı. Elinde iki şişe suyla geri döndü. Birini arkadaşına vererek içmeye başladı. Ders bitince çocuklara bundan sonra derste -hastalık dışında- biberon görmek istemediğimi, nedenini bilmek istiyorlarsa gelecek dersin başında bana sormalarını söyledim.
‘Olan ihtiyaçlar’ nesnel ihtiyaçlardır. ‘Duyulan ihtiyaçlar’ın ise sınırı yok. Bu duyulan ihtiyaçlarla ilgili olarak kendini tutmayı öğnenebilmenin en isabetli yolu, kendini tutma alıştırmaları olabiliyor. Bu su hikâyesini, insanların su içmek faydalıdır, diyerek her yerde bir şişe suyla dolaştıkları günümüzde, her yıl yeni gelen öğrencilerime anlatıyor, derste su içmemelerini rica ediyorum.
‘Kendimizi tutmak neden önemlidir’ diye sorabilirsiniz. Kendini sınırlayabilmek, kendini kontrol edebilmeyi öğrenmek, öğrencileri çok konuştuğunda kendini kontrol etmeyi bilmeyen bir öğretmenin öğrencisine vurabilmesi, azarlayabilmesi de demek olabilir. Örneğin bir anne çocuğu ile markete gitmiş, Çocuğu markette çikolata istemiş. Annesi olmaz deyince ağlamaya başlamış. Annesi susun diye çikolotayı almış.. Bence annenin yaptığı şey yanlış. Çünkü çocuk ağlayarak herkese her şeyi yaptıracağını sanır. Büyüdüğü zaman ise istediği şey olmayınca sinirlenip kendine bile zarar verebilir…
Felsefeden açılan kapılarla, insan haklarına uzanan bir uzun yolda, zorlu savaşımlarla başarıdan başarıya, katkıdan katkıya…
Kuçuradi’nin söyleşisine bilerek bu çok yalın örneklemesiyle girmek istemem boşuna değil. Yıllar öncesinde, Uluslararası Felsefe Kuruluşları Federasyonu’nda 1983 yılı sonrası yönetim kurulu üyesi, 1988-98 genel sekreter, 1998-2003 başkanlık yaptığı yıllarda, felsefeciler için bile çok büyük, başarılı çalışmalar süreci anılarının söyleşilerinde, biz felsefe bilmeyenler için ne kadar anlaşılır, yalın örneklerle en zorlu sorunları anlatabilme yetisinin tadı damağımda…
Örneğin; Helsinki belgesinde bile gözden kaçırılmış oynamalarla, kimilerinin özgürlükleri adına kimilerinin haklarının gasp edilmesinin yolları açılmıştı. Sömürgecilikten, çıplak sömürüden kurtarılmış Afrikalı felsefecilere dönük tuzaklarda, arkadaşlarını uyarmakta ne kadar çok zorlandıklarından söz ederdi… Kavimlere uzanan özgürlükler tanımları tuzaklarıyla, sonradan dünyanın en büyük katilamlarından biri olan Ruanda faciasının yaşatılabilmesinin kolaylaştırlabilmesi örneği çok çarpıcı, bilincime kazınmış. Avrupa’nın toprakları, sınırları içinde Yugoslavya’nın kanla 9 devletçiğe parçalatılması çok daha çarpıcı olamazmış gibi gelen bir örnek, emperyal tuzak değil mi?
Kuçuradi’nin o tarihlerden günümüze uzanan geçerli çok şık, sevimli bir örneği de belleğimde çok taze:
Annemin buğdayı bol aşuresini sevmek özel yaşamımın özgürlük alanı içinde. Ama aşure bol buğdaylı oluru annesinin başka tür aşuresini sevmiş bir çocuğu dayatmak ayrımcılık sınırlarına giriyor. Aynı sınırlar içinde birlikte yaşayan insanların hakları tanımlarında bir mahalleden kente, ülkeye, dünyaya uzanan yollarda özgürlük ayrımcılık sınırlarının, özel yaşam ve ortak yaşam kurallarına göre belirlenmesi gerekiyor. Dünya ölçeğinde temel haklar ve özgürlüklerde, ayrımcılık yasağı ne ölçeklerde kutsalsa, İstanbul, Türkiye sınırları içinde herkes için özgürlük ve ayrımcılık sınırlarının başkalarınınkine göre, özel yaşam ve kamu alanları olarak doğru ayrıştırılması insan haklarının odağında değer kazanıyor..
Uzun uzun anlatma, paylaşma şansımız yok.
İoanna Kuçuradi’nin ailesinin çocukluktan değerler üzerinden kazandırdıkları çok fazla… Felsefeciliğin katkıları ile buluşan değerler eğitimlerinin inceliklerinden örnekler çok. Sokakta her istediğini almayan özenli anne, ailenin özeni ile sokaktan alınmayanın sonraki günlerde evde verilmesi ne kadar incelikli, keyifli bir ayrıntı ise… Rum kökenli bir ailenin 6-7 Eylül tanıklıklarının acıları da var.
Taksim’de eczacı baba, dostlarının korumasında kurtarılırken, anne ve İoanna adada olaydan habersiz ilk günü geçiriyorlar. Çünkü orada aklı başında, sorumluluğunu bilen bir devlet görevlisi yağmaya gelmek isteyenlerin adaya inmelerini engellemeye yetiyor. İoanna bir gün sonra Beyoğlu sokaklarında saçılmış kuşamları, yaşanmış acıların örneklerini görüyor. Elbette çevresinin de katkılarıyla, sonraki yıllarda gelişen eğitimi, felsefeci kimliği ile bugünden, yaşananlara çok da olumlu cephelerden bakabiliyor. Tahriklerin odaklarını sağlıklı okumanın ayrıcalığı gözlemleniyor.
İoanna Kuçuradi ile geçen hafta sonu üniversitedeki odasında saatler süren, kendisi ile yapılmış bir televizyon söyleşisini de birlikte izlemenin keyfinde, üç kuşağa yayılmış, hiç nefes alınmamış felsefeci kimliğini evrensel insan hakları üzerinden, ülkemiz gerçekleri ile de harmanlamış çalışmalarının bütününde, daha çok günlük paylaşılamayanlar üzerinden, satırbaşları ile dinlemeye çabaladım.. Bilenler, habersiz olanlara aktarmazlarsa günahları boynuna. Kuçuradi, dünya ölçeğinde insan haklarının savunulmasına odaklamış felsefeci bilgeliğinde hiç yorulmadan, o kadar çok o kadar önemli, değerli işler yaptı, insan hakları savaşımına öylesine değerli katkıları oldu ki…
35. Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı Onur Yazarı Ödülü’nü alırken 2016 yılında yayımlanmış kitaba göz atmanızı öneririm. Çünkü ne yaşamöyküsü, ne yaptığı işler, uluslararası görevler, ödüller üzerinden herhangi birisinin özetinin özetini yapmanın olanağı yok. Notlar alırken sözde en somut, anlamlıları üzerinden kimi değerlendirmeleri yapmasını, paylaşmayı çok istemiştim.
Dünya, ülkemizdeki insan hakları gidişatındaki olumsuzluklardan bile yılmadığının, yorulmadığının altını çizmekten öte umutlu bir nokta koymaktan daha değerli bir cümle olabilir mi? Nasıl başardığının sırrı, bilgi, deneyim, kendi kendini değerleri doğrultusunda direngen yapabilme yetisinde yatıyor olmalı. Her zamanki güler yüzlü, yalın, anlaşılır cümlelerle yapılabilecek çok işlerin koşturmacasına sığınıyor. “Yapacak o kadar çok iş var ki. Öncelikler, en önemliler peşinden koşturmaktan, geleceğe dörük kaygıları kurgulamaya zaman kalmıyor…” anlamında cümleler sıralıyor… Yanında besbelli bilgi birikiminden payını alan geleceğin önemli felsefeciliğine aday öğrencisi, dünyanın her yerinden yeni işlere, makalelere de dönük notlar sıralaması, gelen yeni yeni telefonlar… Sabah derse girilecek, akşama kadar bitmeyecek işlerin listesinde öncelikler kaydırmacaları yaşanacak…
Yüzüne söyleyemediğim, ancak insan haklarına yönelik bire bir insanlarla çalışmalarının karşılığı, onur verici bir sonucu sizlerle paylaşmadan geçemeyeceğim… Türkiye İnsan Hakları Vakfı, insan hakları eğitiminde çok geniş kapsamlı on yıllık çalışmalarının karşılığı benim de kutsalım…
1998-2005 yılları arasında başkanlığında yürütülmüş, polislerin sorgulamacılar da içinde, yargı üyelerinin, cezaevleri görevlilerinin, imamların bire bir eğitimlerinden…
Kurumlar ölçeğinde üst düzey yöneticileri, öğrencileri de kucaklayan eğitimlerden pay almış o kadar geniş bir kitle söz konusu ki… Kişisel kanım birinci, ikinci sivil darbe hukuku uygulamaları sürecinde tecrit koşullarının çok boyutlu yasaklamaları, olumsuzluğuna karşılık, işkence tanıklıklarının ağırlığının olmaması dikkat çekici değil mi?
Elbette siyasal İslamcı projelerin, sil baştan kamu kadrolaşmalarının değiştirilmesi ile bağlantılı olumsuz dönüşleri, hele 15 Temmuz sonrası süreci sil baştan geri dönüş olarak atlamadan…
Şükran SONER – cumhuriyet.com.tr (23 Kasım 2019 Cumartesi)