• DOLAR
  • EURO
  • ALTIN
  • BIST
Durmuş AĞZIKÜÇÜK
Durmuş  AĞZIKÜÇÜK
durmusag1964@hotmail.com
ÜÇ KİTAP ÜZERİNE
  • 1
  • 335
  • 03 Haziran 2020 Çarşamba
  • 1 Puan2 Puan3 Puan4 Puan5 Puan
  • +
  • -

Mayıs ayı içerisinde okuduğum üç kitabın genel çerçevelerini ve bende yarattığı etkileri ya da duyguları yazmak istedim. Bu yazı bu anlamda bir eleştiri yazısı değil, okuduklarımdan çıkardığım sonuçların yorumlanmasıdır.

“Belleğin Girdapları” ve “Şafakta Buluşuruz” adlı romanlar günümüzün yazarlarını ve romanlarını temsil ederken “Ağaca Tüneyen Baron” ise 1950’li yıllarda yazılmış yine çağdaş diyebileceğimiz bir romandır. Bu üç eser,

apayrı roman teknikleriyle ve çok farklı bakış açılarıyla yazılmış üç benzemez romanlardır…

1 – BEHÇET ÇELİK’TEN “BELLEĞİN GİRDAPLARI”

Belleğin Girdapları, Behçet Çelik’in “varoluşsal sorunları” irdeleyen bir “insan eleştirisi” romanı.

Eser, kendisinden önce yazılmış hemcinsleri – hemcinsleri kelimesi tartışmalı da olsa- ile bir bakımdan farklılık da taşıyor. Birincisi ve daha popüler olanı Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” ı ile Yusuf Atılgan’ın “Aylak Adam” ı…

Hemen belirtmeliyim ki bu iki eserde de hikâyenin özneleri değildir mesele haline gelen. Toplumdur, toplumsal ilişkilerdir. Birey ve toplum ilişkilerinde yok edilmeye, özgürlüğünden alıkonulmaya çalışılan, eriyen, biten tiplere yer verilir. Okur, bu eserleri okuyup bitirdiğinde bireye yapılan haksızlıklara lanet okurken bulur kendini…

Oysa Belleğin Girdapları’nda Behçet Çelik daha çetrefilli bir yol deniyor. Toplumun bütün riyakârlıklarını onda da görebiliyorsunuz; ne var ki yazarın asıl açmaya çalıştığı ve ısrarla üzerinde durduğu öge bireyin kendisidir. Onun atmosferinde çözümlemeler yapılır. Çelişkileri bireyin dışında gösteren anlatılar nispeten kolaya kaçan anlatılardır. Ama bunu diyalektik tarzda birey- toplum etkileşimi içerisinde yapmak ve okları bireye ve onun varoluş sancılarına yöneltmek, eleştiriyi ya da “suçlamayı” dağıtmak, paylaştırmak edebi dengeyi ya da yazı dengesini biraz daha zorlaştıracak bir noktaya iter yazarı. Behçet Çelik, romanın büyük bölümünde başarmış bunu.

Bireyin bir anlamda- yazar bunu vurgulamasa da- küçük burjuva bir yaşantıdan tiksinerek kaçışını şu satırlar tam da yukarda belirttiğim dengeye gözeterek çok güzel anlatıyor:

“Tanıdığım herkesi yıllarca nasıl da kandırmışım onlardan biriymişim gibi davranarak. Benim bile kandığım oldu. Burada(kaçtığı kenar mahallede) en azından bunu yapma şansım yok. Kendimi başkalarına kabul ettirmek için taklalar atmayı bıraktım, yaptıklarına, söylediklerine sinir de olsam, aralarında kalabilmek, içlerinde olabilmek için onların alçalmasına ihtiyaç duyduğum tahterevalliden indim diyerek övünme şansım kalmadı, buna imkân bulamayacağım bir yere taşınarak üzerinden atladım bu sorunun.”

Ne var ki “yabancılaşma” sorunları yaşayan bir aydının, yeni mekânlarında da kurtuluşa eremediği, acı deneyimlerle ortaya çıkacaktır. Sınıfsal konumu- her ne kadar yazar bu sınıfsallığa roman boyunca vurgu yapmasa da- ve entelektüel birikimi başına bela olacak ve kendisini yepyeni bir yabancılaşma mengenesinin içinde bulacaktır.

Belleğin Girdapları, okuma boyunca ve okuma bittiğinde bir absürdlük(saçma) hissi bırakıyor sizde. Zaten, yazar bana göre Sartre ve Camus geleneğine yakın duruyor. “Aynı gerçekliğin içinde değildik, aynı anda aynı yerde olduğumuz halde.” cümlesi “yalnızlık” kavramını dile getirir. “Hiçbir yere gidemeyecektim, ama belli ki kalamayacaktım da!” ya da “hatırladığım hiçbir şey yoktu sarılacağım, tutunacağım.” cümlelerinde çıkışsızlığı ve nihilizmi hissediyoruz.

Yazımı bitireyim:

“Roman kahramanı”, ateşli gençlik yıllarının içerisinde üniversite çevresinden arkadaşlarını şöyle tanımlar: “Cesurlardı, doğallardı, inançlı, umutluydular! Adanmışlardı!”

Kendisini ise şöyle belirler:

“Görgüm buydu! Buyum, bu kadarım!”

2 – ENDER İMREK’TEN “ŞAFAKTA BULUŞURUZ”

“Kimseler duymadan hükümler giyenlerin” onurlu ama yıpratıcı- dehşetli yaşamlarıyla içiçe; bu yaşamları içine almayan geniş kalabalıkların aslında kendi varlıklarına- varoluşlarına- özlerine uygun olmayan bir “guguk kuşunu” yuvalarına kabul etmelerinin sonucunda koca bir dünyanın talancıların elinde oyuncak durumuna düşmesinin dramatik izdüşümleri…

Barış akademisyenleri, az sayıda bilinçli proleter, yılmayan aydın tipleri, bugünün cangılında yer alan ve burayı cangıl haline getiren geçmişin dehşetli yaşanmışlıkları… Ülke insanlarının “kendiliğinden” yaşamlarının içerisinde bıkmadan usanmadan “kendisi için” bir varlık yaratmaya çabalayan ve bir anlamda dev yel değirmenleriyle savaşı göze alabilmiş Don Kişotlar…

Yitirilen sağlıklara rağmen, kendi bedeninin değil, “halkın sağlığının” peşinde koşan “mitolojik” duyarlılıkların insanları. Roman bittiğinde, gerçekliğe ilişkin şöyle düşünüyor insan: Aslında mitolojik kahramanlar değil mitolojik olan… Onların ulaşamadığı ama uğrunda kavga verdikleri insanlardır artık!

Kendi gerçekliklerini yitirenlere, bu gerçeği ulaştırmaya çalışanların varlığı…

3 – İTALO CALVİNO’DAN “AĞACA TÜNEYEN BARON”

Calvino, bize mutlak monarşik ve feodal yapının hakim olduğu ve fakat artık ömrünü tamamladığı bir çağın hemen öncesini anlatır.18. Yüzyıl gelip çatmıştır ve derebeylerinin ve saray bağlantılı şövalyelerin yaşam tarzları trajediler doğurmaktadır. Hatta, yaşanılan gerçeklikler zaman zaman çağın ruhuna uygun olmadığı için traji komik sahneler yaratmaktadır.

Calvino, militan bir toplumcu gibi slagonik yaklaşımlar sergilemez yaşanılan trajedilere… Sınıfları bize hissettirme gayretinin içine bile girmez. Yıkılanı çok açık görürsünüz de yıkan çok ön plana çıkmaz. Belli belirsizdir. Ama, öne çıkardığı soylu davranışlarla soysuzlarını karşılaştırırken bazı tespitler yapmaktan da geri durmaz:

“İşbirliğinin insanı güçlendirdiğini, her kişinin üstün yanını ortaya çıkardığını ve kendi hesabına yaşamakla pek duyulmayan bir sevinç verdiğini anladı. Bu da, bir sürü mert, namuslu ve becerikli, rahatlıkla güvenilebilecek insanın var olduğunu bilmekten gelen sevinçti.(İnsan yalnız kendisi için yaşarsa, diğer insanları çoğu kere elimizi devamlı kılıcımızın kabzasında tutmamıza yol açan öbür yüzleriyle görür).”

Yukarıdaki değerlendirmeye konu olan roman kahramanı Cosimo, aşırı kuralcı ve “soylu” ailesinin salyangoz yemeğini sevmediği halde zorlamaları sonucunda ailesine isyan eder ve bir ağaca çıkar. Bir daha asla yere inmeyeceğini söyler ve sözünde de durur. Yaşadıkları yer o kadar fazla ve sık ağaçlarla doludur ki, artık bütün bir hayatını yukarıda geçirebilir. Artık, çağına, insanlara ve olaylara daha geniş bakabileceği bir yeni yaşam beklemektedir Cosimo’yu…


Durmuş AĞZIKÜÇÜK – Haziran/2020

Sosyal Medyada Paylaşın:

1 Yorum

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?

  • YENİ
  • YORUM
Yazarlar tarafından sitede yayınlanan tüm yazılar, resimler ve videolar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir.