• DOLAR
  • EURO
  • ALTIN
  • BIST
Durmuş AĞZIKÜÇÜK
Durmuş  AĞZIKÜÇÜK
durmusag1964@hotmail.com
RİYA DEĞİRMENİ
  • 1
  • 385
  • 18 Ekim 2020 Pazar
  • 1 Puan2 Puan3 Puan4 Puan5 Puan
  • +
  • -

Sigarasından bir son nefes daha aldı, ağzının içine dolan dumanı iki dudağını birbirine değdirerek tazyikle dışarı çıkardı. Aldığı hazzın garip ve dolaysız ifadesi yüzüne oturduğunda biten sigarasını yele savurdu…

Kendini beğenmeye ve kendisiyle aynı kişi olduğunu, maskesiz yaşadığını düşünerek yaşamaya devam etti.

Sokrates’in yaşadığı çağda tütün vardı, ama onun yaşadığı topraklarda kullanılmıyordu. Bunun yerine şarap içen asilzadeler vardı. Şaraplarını vermek için üzüm gibi ezilenlerin hiç eksik olmadığı bu dünyanın insan kıyıcılığında diğer çağlardan hiç farkı yoktu. Toprak parçalarının makro kosmosdan koparılıp mikro kosmosa devredildiği günlerden itibaren dünya insan öğütüyordu, hem de ne insan! Ne insanlar…

Yalan ve riya değirmeni çoktan kurulmuştu!

Kalem açacağını aceleci hareketlerle alıp kalemi açacağın yuvarlak deliğinden çabucacık sokuverdi, hızla çevirdi. Sağına soluna baktı, ortalık ıssız gibiydi, sınıf teneffüsteydi, biriken kalem parçalarını sıranın içine döküverdi…

İyi bir çocuktu, iyi bir insan; kendisiyle barışık olarak yaşamaya devam etti.

Sokrates’ten önce de vardı elbette güzel ölenler, çok çok güzel ölenler! Cesaret ve onur, boş bulduğu yere gelip oturan bir özellik taşımazlar…  Ferhat’ın Şirin’e aşkının bir gürzü ve bir dağı çağrıştırması gibi, onur ve cesaret de büyük emekleri, yoğun alın terini, azmi, direnişi, sevmeyi, sevgiyi, aşkı gerektiren kavramlardır.

“Burası benim” diyen bir adem, bütün bir insanlığa yapacağını yapmıştı. Toprağa çakılan o bencil kazık, insanlığa atılan en büyük kazık olmuştu. Bu kazıkların sıralanarak oluşturduğu çitlerin belirlediği sınırlar, bir daha ortadan kaldırılamadı. Toprak, hınç kaynamaya başladı, öfke, cinayet, savaş kaynamaya… Toprak cellat kaynamaya başladı, felaket kaynamaya! Barış, bu çılgınlığın kurbanı oldu, bölüşme ve yardımlaşma dara çekildi…

Çağların ötesinden beri var oluşunun anlamını daima bir başkasının, bir yakının, bir akrabanın, bir annenin, babanın, kardeşin, bir “öteki”nin varlığıyla anlamlı kılan nice yüreği güzel, ruhu asaletli insan; bu öğütme makinelerinin, bu riya değirmeninin bilinçli-bilinçsiz karşısında dururken, karşılarında hep iğrenç ablak suratlarıyla saf “ben” e kesmiş insanları gördüler. İnsan başları boş olduğunda makbuldü, dolu göründüğünde şimşekler çakıyor ve yıldırımlar düşüyordu; ne kadar Tanrı varsa teyakkuza geçiyor, cezaların en akla gelmeyecek derecede dehşetli olanları reva görülüyordu…

Her zaman olduğu gibi çöp torbasını, kendi tarafının değil de karşı komşunun merdivenlerinin başlangıcındaki tırabzanın altına bıraktı. Daha önce bıraktığı poşetlerden sızan irinli suların görüntüsüne baktı, iğrenerek kapısını kapattı…

İnsan hakları derneğine üyeydi, kendisiyle ve her insanla entelektüel düzeyde ilgiliydi; seviyordu insanları…

Sokrates,  Atinalılara baktı bir, bir de yargılayıcılara… Kime kızacağını bilemedi. Bu “uyuşuk at” ne kadar zamandır böylesine bir cehaletin, bakıp da görememenin, görüp de bilememenin çıldırtıcı “iç rahatlığının” içerisindeydi? Neden bu kadar tepkisizdi? Kimse bilerek kötülük işlemiyordu, ama bu bilmeme durumu affedilir bir şey değildi. Hiç olmazsa, bilmediğinizi bilin be reziller! Ama bütün çağların “büyük tedirginleri” gibi, affediciydi Sokrates! Bildiği için başına olmadık felaketlerin geldiği yığınla insan örneğinin var olduğu bir dünyanın sıradan insanlarının bu şartlanma yoluyla öğrenmesinin kaçınılmazlığını kavramıştı yüce filozof…

Genç adam evi satın aldığında pek dikkat etmemişti; bitişik dublex evin bahçe sınırını belirleyen duvar neredeyse bir hilal çiziyordu. Yayın iç kısmı onlara, dış kısmı kendi bahçesine doğruydu. Hilalin otuz metrekarelik toprağa kattığı komşu toprak aşağı yukarı üç metrekareydi! Hilal duvarı çekenler, karı koca öğretmenlerdi! Nice masum çocuğun aydınlık bir dünyada yaşaması için emek harcamışlardı!?

Genç adam, hırsla içini çekti, tarihteki tüm işgal edilmiş topraklardan aynı yaralanmış manevi dünyaların iç çekişlerini duyuyordu…

Yargıçlar, üzerine atılı suçları kabul ettiğinde özgür olacağını söylediklerinde acı acı gülümsedi koca filozof… Onların özgürlükten anladığı buydu demek! Düşüncelerinden vazgeçmenin karşılığı ölümden kurtulmak… Sokrates, kavramların yerini değiştiren, onunla oynayan bu zor aygıtına da acıyarak baktı. Kendisini gem vurulamaz atlar kadar özgür kılan düşüncelerinin kutsallığını duyumsadı, içindeki manevi, Tanrısal sesi… Karısı, “seni haksız yere ölüme götürecekler!” demişti. Güzel vicdanlı “teke” sine baktı Sokrates ve dedi ki: “Ne yani? Haklı yere idam edilseydim daha mı iyiydi?”

1600 yılının şubat zemherisinde Roma’nın Çiçek Tarlası meydanında, kudretli Engizisyon yargıçlarına ufacık bir taviz vermeden direnen yiğit Bruno’nun, dünyanın döndüğünü söylediği için ateşlerde kavrulduğu dehşet sahnelerinin ardından 1633 yılında bu yüksek manevi gücün yanına bile yaklaşamayacak bir insan, Engizisyon yargıçlarının önünde diz çöküyordu. “Affedin beni, dünya dönmüyor!” diyordu; yıllar boyunca rahiplere dünyanın döndüğüyle ilgili kanıtları öğretmeye çalışan Galile!

Bir daha insan içine çıkamamayı göze alarak, bedenini kötülüklerden kurtarmıştı; insanlığın ruhunu sızlatarak!

Tanrılar, kendi aralarında kavga ediyorlar, ticari ilişkilerinde birbirlerine kazık atıyorlar, aşk hayatlarında birbirlerinin karısına-beyine yöneliyorlardı. Bencillik, para veya toprak hırsı, sadakatsizlik, entrika, tuzaklar, yaralama ya da öldürme girişimleri, daha bunun gibi tüm insani zaaflar Tanrıların özellikleriydi. Sokrates, “gençlerimize bu Tanrıları öğretirsek, ahlaksız olup çıkarlar” demişti. Tanrı, bu kadar ayağa düşmemeliydi! Buydu onun katline sebep suçu…

Çağlar sonra Bedreddin’in dediği gibi kabullendi bu suçu Sokrates:

“Mademki bu kerre mağlubuz, netsek, neylesek zaid, gayrı uzatman sözü. Mademki fetva bize ait, verin basak bağrına mührümüzü.”

Ailenin gençleri, bir melek saflığında paylaşıyor, yardımlaşıyorlardı. Evin ikinci katını çıkan babaya “Oğlumuz, evlendiğinde burada oturur.” diyen can anneye, “Kirasını öder o zaman” diyen babanın çocuklarıydılar! Oysa oğul, bütün bir kazancını getirip babasına vermişti evin tamamlanması için…

Kendisini yargılayanlara ve suçlayanlara “Soluk aldığım ve aklım başımda olduğu sürece felsefeyle uğraşmaktan, öğütler vermekten ve doğruyu anlatmaktan vazgeçmeyeceğim.” diyordu Sokrates.

Biliyordu ki, iyinin yanında saf tutanlar azaldıkça bir saf suya yavaş yavaş mürekkep döküldüğünde suyun bulanıklığını hemen fark edemeyeceğimiz gibi, kötüler ve kötülükler tıpkı bu mürekkebin suya yaptığı gibi bütün dehşetli toplumsal ve bireysel çılgınlıkları, insanlara yakışmayan vahşeti, bu da olmaz, olamaz diyeceğimiz insanlık dışı davranışları yavaş yavaş dünyamıza hâkim kılacaklardır.

Yirmi dokuz yaşındaki kızına, dokuz yaşından bu yana cinsel istismarda bulunduğu suçlamasıyla tutuklanan C.A. hakkında dava açıldı. Genç kadın, ailesi ve çevresinin kendisini yalnız bırakıp, şikâyetini geri çekmesi için baskı yaptığını iddia etti, Twitter‘da yaşadıklarını anlatarak, destek istedi. Genç kadın, şunları söyledi:

Ailem, babam hapse girdiği için beni suçluyor, onu kurtarmaya çalışıyor. ‘Babam’ olacak kişi ses kaydında yaptıklarını itiraf ediyor. Annem de ‘ben sezmiştim’ demesine rağmen mahkemede lehime konuşmayacağını söyledi. Kendisi olayı duyduğunda ilk tepkisi elini bana kaldırıp ‘sus komşular duymasın’ oldu.

Sokrates’in dostları ve öğrencileri onu zindandan kurtarmak için geldiklerinde O çoktan kararını vermişti. Can, sıradan insanlar için tatlıdır… Sokrates, son anlarını muhteşem bir öğretmen olarak yaşıyordu. Üzüntüden ağlayıp sızlanan öğrencilerinin kaygılarına son vermenin gereğini anlamıştı Sokrates. Onlara son bir ders gerekiyordu…

Kriton çaresizlik içinde konuşuyordu, dostunu bir an önce bu beladan kurtarmak istiyordu;

“Niçin bukadar heyecanlısın? Yüzünde öyle bir ışıltı görüyorum ki, gözlerinde öyle bir merak görüyorum ki… Anlamıyor musun? Öleceksin!” 

Sokrates, anlayışlı ve sakin bir yüz ifadesiyle cevap verdi:

” Bu bilmek istediğim birşey. Hayatı tanıdım, o güzeldi; Tüm kaygılarıyla, kederleriyle o hala bir keyiftir. Yalnızca nefes almak yeterli bir mutluluktur. Yaşadım, sevdim; canım ne isterse yaptım, içimden ne geldiyse söyledim. Artık ölümü tatmak istiyorum. Ne kadar çabuk olursa o kadar iyi.”

… “iki olasılık var: Ya doğulu mistiklerin söylediği gibi ruhum başka şekillerde yaşamaya devam edecek; bedenin yükünden özgür bir şekilde ruhun yolculuğunu sürdürmesi çok büyük bir heyecandır, beden bir kafestir, onun sınırları vardır; ya da belkide, materyalistler haklıdır: Bedenim öldüğünde her şey ölür. Geride kimse kalmaz. Bu da, olmamak da- çok bir heyecandır! Olmanın ne olduğunu biliyorum. Ve olmamanın ne olduğunu bilme anı geldi. Ve artık olmadığımda sorun nedir? Niçin onla ilgili endişeleneyim? Endişelenmek için burada olmayacağım, o halde ne için vakit kaybedeyim?” 

Romalı asilzade, tek başına tükettiği tavuğun kemik kısımlarında kalan son et kırıntılarını it dişleriyle iyice kemirdikten sonra kölesinden bir tavuk tüyü istedi. Köle bu tür durumlara alışkındı, efendisinin iştahının hangi boyutlara taşınacağını zaman içinde öğrenmişti; tüy anında hazırdı.

Efendi, tüyü alışkın hareketlerle ağzına götürdü, kocaman açılan ağızın içinden yağlı iğrenç boğazına doğru tüyü hareket ettirdi, kursağa ufacık bir dokunuşla yediklerini çıkarıverdi! Artık sırada bekleyen o güzelim meyvelerden daha rahat yiyebilirdi!

 “Daha önce söylediğim sözleri, böyle bir duruma düştüm diye yabana atamam” diye konuştu Sokrates. Atina’dan kaçmanın, onurlu bir yaşamı mahvetmek ve gelecek kuşaklara ideal bir ahlak bırakmamak anlamına geleceğini biliyordu. Çünkü O’na göre hiçbir şeklide bile bile eğrilik etmemek ve eğriliğe eğrilikle karşılık vermemek gerekirdi.  Yine kendisi devlet ile karşılıklı bir sözleşme yapmıştı; devlet bu sözleşmeye uygun davranmamıştı ve kendisi de devletin yaptığı yanlışı yaparsa ondan ne farkı kalırdı!

Kim bilir, belki de Kriton, Sokrates’in bu tuhaf  “doğruculuğuna” acıyarak bakmıştır. Ama belki de tarihte yurtseverlik ya da vatanseverlik adı verilen bir kavram var ise, bu kavramı yaratan ve hakkını veren kişi elbette ki Sokrates’tir.

 “Hadi bakalım Kriton. Ezilmişse zehri getir, değilse ezin!” Kriton ona cevap olarak;” Fakat Sokrates, eğer yanılmıyorsam güneş henüz dağların tepesinde, daha tam olarak batmadı. Başkalarının buyruktan çok uzun süre sonra, iyice yiyip içtikten, hatta bazılarının sevdikleriyle baş başa kaldıktan, seviştikten sonra zehri içtiklerini biliyorum. Acele etme, daha zaman var.” dedi.  Sokrates “Pek tabii Kriton” dedi. ” Sözünü ettiğin adamların senin bu dediklerini yapmaları, bunu bir kazanç olarak görmelerindendir. Bana gelince, böyle bir şey yapmamam pek yerindedir. Çünkü zehri biraz geç içmekle kazanacağım pek bir şey yok; böylece hayata bağlanmakla, artık birşey kalmadığı halde onu korumak ve esirgemekle kendi kendime gülünç olurum. Bu kadar konuştuğumuz yeter, haydi, sözümü dinle, dediğimi yerine getir” dedi.

 Sonra, etrafındakilere döndü:

‘Şu halinize bakın, benim tuhaf dostlarım!’ diye eğlendi onlarla. Ağaç oymalı bir kadeh içerisindeki baldıran otu zehrini sakince yudumladı… Sonra ayağa kalkıp zehir etkisini göstersin diye hücrenin içinde yürümeye başladı. Bacaklarında bir ağırlık hissetmeye başlayınca sırtüstü uzandı. Bacaklarında ve ayaklarında his kalmamıştı. Zehir bedeninde yukarı doğru ilerleyip göğsüne ulaştığında bilincini yitirdi. Soluk alışı ağırlaştı. Kriton, uzanıp Sokrates‘in gözlerini kapadı. 

Ana sütü gibi içmişti de ölümü, eğilmemişti cellâdın önünde!

Sosyal Medyada Paylaşın:

1 Yorum

  1. Okuyucuyu derinlere çeken etkileyici bir yazı. Onurlu bir yaşam sürdürmek zorlaştı günümüzde. Efendinin sunduğu keyif çayını reddecek cesaretimiz kalmadı.

    Yüreğine sağlık sevgili Durmuş Ağzıküçük.

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?

  • YENİ
  • YORUM
Yazarlar tarafından sitede yayınlanan tüm yazılar, resimler ve videolar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir.