• DOLAR
  • EURO
  • ALTIN
  • BIST
Sabri ABDULLAHOĞLU
Sabri  ABDULLAHOĞLU
sabriabdullah@yandex.com
BİLGİYE DAİR NOTLAR (4): “İslam’da Bilgi ve Bilginin Kaynakları”
  • 0
  • 1473
  • 02 Temmuz 2019 Salı
  • 1 Puan2 Puan3 Puan4 Puan5 Puan
  • +
  • -

A.  İSLAM’DA BİLGİ

Bilgi, -genel olarak- doğruluğu gerekli ve yeterli delillerle temellendirilmiş bilinç içeriklerine denir. Başka bir deyişle bilgi, verilerin yani; araştırma, deney, gözlem, görüşme vb. yöntemlerden elde edilmiş ham bilginin işlenip/düzenlenip, nitel ve nicel tekniklerle çözümlenerek kuramlarla (teorilerle) sistemleştirilmiş tutarlı formuna denir.

İslâmî terminolojide genel olarak “el-ilm” (ilim) ve “el-ma‘rife” (Marifet) terimleriyle ifade edilen bilgi, daha ziyade bilen (özne) ile bilinen (nesne) arasındaki ilişki ya da bilme eyleminin belli bir ifade şekline bürünmüş sonucu olarak anlaşılmıştır.

“Marifet” kavramı, “ilim” anlamında kullanılmakla birlikte ilme göre daha özel anlamlar taşır. Marifetin konusu basit varlıklar iken; ilim, birleşik varlıkların bilgisidir. Bu gerekçeyle Allah’a “âlim” denmekte, ancak “ârif” denmemektir. Bu da ilmin, mârifetten daha geniş ve güçlü bir anlam taşıdığını gösterir.

Aynı şekilde bilginin, –neticede bilinmiş olduğu için“mâlumat” (bilinenler) kelimesiyle de anıldığı görülür kaynaklarda. Bilenin, yöneldiği konuyu tüm yön ve alanlarıyla kuşatıp anlamasına “ihâta”, onu tam olarak kavramasına “vukuf”, aynı konuda derinleşip uzmanlaşmasına ise “rüsuh” denilmektedir. Ayrıca bilgide kesinliğe yaklaşılan durumları ifade etmek üzere “yakīn”, uzaklaşılan durumları ifade etmek için “zan/şek” (şüphe/reyb) ve “vehim” gibi terimlerin kullanıldığı görülür. Bilginin tam zıddı olan “bilgisizlik” ise “cehl” kelimesiyle ifade edilir. (Bkz. Dia, c. 16, s. 157.)

Klasik felsefi kaynaklar ile terminoloji sözlükleri, bilgi terimini İslam düşüncesi tarihinde ortaya çıkmış çeşitli akımlar açısından tanımlar. Bu akımlar arasındaki farklılıkların bilgi tanımlarına çeşitlilik ve zenginlik kazandırdığı görülür. Örneğin;

  • İlk İslam filozofu Kindî (d.801/ö.873), bilgiyi “eşyanın hakikatleriyle kavranması” şeklinde tarif etmektedir. (Bkz. Kindî, Resâil, I, s. 169.)

  • İslâm felsefesini metot, terminoloji ve problemler açısından temellendiren ünlü Türk filozofu Fârâbî’ye (d.871-72/ö.950) göre bilgi, “varlığı ve devamlılığı insanın yapıp etmelerine bağlı olmayan varlıkların mevcudiyetiyle ilgili olarak akılda kesin hükmün hâsıl olmasıdır.” (Bkz. Fusûl Münteze’a, s. 51.)

  • Basra’da 10. yüzyılda ortaya çıkan felsefî bir fikir grubu/akımı olan ve felsefe ansiklopedisi özelliğindeki risaleleriyle tanınan İhvân-ı Safâ’nın (Hâlis Kardeşler’in) bilgi tarifi ise “bilenin zihninde bilinenin formunun oluşması” şeklindedir. Görüldüğü gibi bu tarifte bilgi olayı, bir soyutlama işlemi olarak düşünülmüştür. İhvan-ı Safa’nın, “nesneyi (şey), hakikatine (gerçeğine) uygun olarak tasavvur eden” şeklindeki âlim tarifleri ise felsefi bilgiden çok ilmî bilgi dikkate alınarak yapılmış bir tariftir. (Bkz. İhvân-ı Safâ, Resâil, III, 385.)

  • Arap dili, kelâm ve fıkıh âlimi Cürcânî’ye (d.1340/ö.1413) göre bilgi “düşüncenin gerçeğe tam uygun olmasıdır.” Bu tarif, bilme olayının yöneldiği konuyla tam bir uygunluk içinde olmasını şart koşmaktadır. Cürcânî’nin aktardığına göre filozoflar bilgiyi, “bir şeyin sûretinin (biçiminin) akılda hâsıl olması” şeklinde tanımlamışlardır. Bilginin -hayli yaygın olan- bu tarifindeki “sûret” (şekil/biçim) terimi anahtar kelimedir ve bilginin, nesneye ait formun bilme eylemiyle nesneden soyutlanması şeklinde oluştuğuna işaret eder. Cürcânî’nin aktardığı “bilinenden gizliliğin (hafa) kalkması” şeklindeki bilgi tanımı da bilginin akılda üretilen bir form olmayıp fiilen ve fakat gizli olarak var olduğu düşüncesine dayanır ve tasavvuftaki “örtülü olanı açmak” anlamına gelen “keşf” terimini akla getirir. Cürcânî’nin bilgiyi, küllî (tümel) ve cüzî (tikel) şeylerin kendisiyle idrak edildiği bir meleke (yeti/yatkınlık) şeklinde tanımladığı da görülmektedir. Ona göre bu meleke, insan varlığının derinliklerinde bulunan bir özelliktir (sıfâtün râsiha), yani akıldır. Böylelikle akıl ile bilgi, aynîleştirilmekte yani özdeşleştirilmektedir. İşte bu güçle nefis, “bir şeyin anlamına ulaşmaktadır.” Bu ulaşmanın (vusül) kendisi de bilme eyleminin sonucu olarak bilgiyi ifade eder. Sözü geçen tanımlar arasında modern bilgi tanımına en uygun olanı, “akleden (özne) ile akledilen (nesne) arasındaki özel ilişki “ şeklindeki tanımdır. (Bkz. Cürcânî, et-Ta‘rîfât)

Bilgi, Kur’ân-ı Kerim’de en yaygın kullanılan anlamıyla “ilahî vahiyden kaynaklanan, yani bizzat Yüce Allah’ın verdiği bilgidir.” Buradaki bilgi sözcüğü, tam manasıyla tek gerçek olan hakka, hakikate dayandığı için mutlak ve objektif bir geçerliliğe sahiptir. Vahiyle özdeşleşen anlamıyla ilim, “kesin bilgi” demektir. İlahi mesaj olarak ilim, başlı başına bir kanıt olma özelliğini de taşır. Örneğin;

Bakara Sûresi’nin 120 ve 145. ayetlerinde geçen ”Sana ilim geldikten sonra onların heveslerine uyarsan…” ifadesindeki “ilim” ile Nisâ Sûresi’nin 174. ayetinde ”Ey insanlar, size rabbinizden bir burhan geldi…” ifadesindeki “burhan” sözcüğü, “kanıtlanmış bilgi” anlamındadır. Bunun yanı sıra “ilahi mesajın insan bilgisine kılavuz olma özelliği” de vardır.

B.  İSLAM’DA BİLGİNİN KAYNAKLARI

İslâm inancına göre insan, gerçeğin bilgisine/kaynağına üç şekilde ulaşır. Birincisi, doğru/sâdık haber; ikincisi, sâlim/selîm hisler (beş duyu); üçüncüsü de sâlim/selîm akıl’dır. Şimdi bunları sırasıyla anlamaya çalışalım…

1- Sâlim/Selîm (sağlam) Akıl

Akıl, sözlükte; “düşünme, anlama/kavrama gücü ve us” gibi anlamlara karşılık gelen bir sözcüktür. İnsan dışında başka hiçbir varlıkta bulunmayan düşünme, anlama ve karar verme gibi yeteneklere sahip olan aklın terimsel anlamı, “insanı diğer canlı varlıklardan ayıran ve onu sorumlu kılan ayırt edicilik gücü, düşüme ve anlama yeteneği” olarak tanımlanır. (Bkz. TDK, Türkçe Sözlük, s. 34-35.)

Kur’ân’a göre insanı insan yapan, onun her türlü tutum ve davranışlarına anlam kazandıran ve ilahî emirler karşısında insanın yükümlük/sorumluluk altına girmesini sağlayan temel unsur selîm akıldır. Akıl kelimesi; biri geçmiş, diğerleri ise geniş zaman kipinde olmak üzere, Kur’ân-ı Kerim’de tam 49 yerde fiil şeklinde geçmektedir. Bu âyetlerde genellikle “akletme”nin, yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde durulmuştur.

Selim akıl ya da diğer bir kullanımla akl-ı selim ise, “Hüküm ve kararlarında doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ayıran akıl, sağduyu.” olarak tarif edilir. Ayrıca sözlükte; “menetmek, engellemek, alıkoymak ve bağlamak” gibi anlamlara gelen akıl (el-akl) sözcüğü, bir felsefe ve mantık terimi olarak şu anlamı ifade eder:

“Varlığın hakikatini idrak eden, maddî olmayan, fakat maddeye etki edebilen bir öz olmakla birlikte, maddeden şekilleri soyutlayarak kavram haline getiren ve kavramlar arasında ilişki kurarak önermelerde bulunan ve kıyas yapabilen bir güçtür.”

Bu anlamıyla akıl; sadece meleke değil özdeşlik, “çelişmezlik” ve “üçüncü şıkkın imkânsızlığı” gibi akıl ilkelerinin bütün fonksiyonlarını belirleyen bir terimdir. İnsanın her çeşit faaliyetinde; doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden ve güzeli çirkinden ayıran bir güç olarak akıl; ahlâkî, siyasî ve estetik değerleri belirlemede en önemli fonksiyonu haizdir. (Bkz. DİA, “Akıl” Md.)

İslâm dininin ana ilkelerini konu edinen bilimin uzmanlarına (yani kelamcılara) göre akıl, Allah’ın insanoğluna bahşettiği en büyük/güzel nimettir. Çünkü insan, aklıyla; doğru ile yanlışı, faydalı ile zararlıyı ayırt ettiği gibi, dinî yükümlülükleri de anlar.

İslam’a göre akıl, insanı insan yapan ve onu diğer mahlûkattan (yaratılmışlardan) ayıran en önemli özelliktir. İnsanoğlu, aklı ile nesneler üzerinde düşünerek doğru bilgiye ulaşabilir. Çünkü aklın en önemli fonksiyonu, bilgiyi üretmektir. Bu nedenle Kur’ân-ı Kerim, inkâra (küfre) saplanmış/şartlanmış kimseleri akıllarını doğru ve gerektiği gibi kullanmadıkları/kullanmak istemedikleri için kınar. Çünkü insan, -eğer isterse- aklını kullanarak cehennem ve azabından kurtulabilir. Nitekim Kur’an bu gerçeği, Mülk Sûresi’nin şöyle açıklar:

“Yine (kâfirler) şöyle derler: Eğer kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık, şu alevli ateştekilerden olmazdık.”

İbn Sina, selim olan insan fıtratının “akıl” diye isimlendirildiğini belirtir. Fahreddin er-Râzi ise aklın doğru bilgiye ulaşabilmesi için hiss-i selime muhtaç olduğunu söyler. Nitekim Kur’an da “kalb-i selim” kavramından bahseder. (Bkz. Şûra 26/89.) Bundan söz eden ayet, mühürlendiği için isabetli düşünmekten mahrum kalmış kalplerden bahseden ayetle (Muhammed, 47/24.) birlikte ele alındığında, kalb-i selimin akl-ı selime yakın bir mana taşıdığı ya da en azından aklın selametini koruyabilmek için yaratılıştaki saflığını ve istikametini devam ettiren bir kalbe veyahut da vicdana sahip bulunmak gerektiği sonucuna varılabilir.

Kelâm bilginleri, aklı; insanı insan yapan ve ilahî vahiyle müşerref kılan “biricik” meleke (yeti) olarak kabul ederler. O yüzden “akıldan konuşmak” ile “insandan konuşmak” arasında pek bir fark görmezler. Çünkü İslam’ın esas otorite kaynağı olan Kur’an da akıl ile insanı özdeşleştirmiştir. Çoğu ayet; “akletmek, düşünmek, araştırmak, akıl erdirmek, çevreyi incelemek ve ibret almak” gibi pek çok aklî eylemi teşvik etmektedir. Bununla birlikte birçok ayette akledenler övülürken, akletmeyenler kınanmaktadır. (Bkz. Bakara 2/164.)

Ayrıca birçok ayette Yüce Allah, insanlığa; “… düşünmez misiniz, … akletmez misiniz, …anlamaz mısınız?” diye seslenir: (Bkz. Bakara 2/44, 73, 75-76, 164, 170-171, 242; Âl-i İmrân 3/65, 118; Mâide 5/58, 103; En’âm 6/32, 126, 151; A‘râf 7/169; Enfâl 8/22; Yûnus 10/16, 42, 100; Hûd 11/51; Yusuf 12/2, 109; Ra’d 13/4; Nahl, 16/12, 67; Enbiyâ 21/10, 67; Hac 22/46; Mü’minûn 23/80; Nûr 24/61; Furkân 25/44; Şuarâ 26/28; Kasas 28/60; Ankebût 29/35, 43, 63; Rûm 30/24, 28; Yâsin 36/62, 68; Sâffât 37/138; Zümer 39/43; Mü’min 40/67; Zuhruf 43/3; Câsiye, 45/5; Hucurât 49/4; Hadîd 57/17; Haşr 59/14; Mülk 67/10.)

Aklın Kur’an ve dolayısıyla İslam için bu denli değerli olmasının temel nedeni, insanoğluna yüklenen sorumluluğun muhatabı olmasındandır. Çünkü insanoğlu ancak bu şekilde neyi, nasıl ve niçin kabul ettiğini, neyi de reddettiğini bilebilecektir.

2- Doğru/Sâdık (Güvenilir) Haber

Doğru haber, kelimenin dar anlamıyla bir insan olarak sadece “peygamberlere özgü bir bilgi” çeşididir ve kaynağı vahiydir, Tanrı’dır. Kur’ân-ı Kerîm’de bildirildiğine göre Allah Teâlâ’nın peygamberlere vahyetmesi ilk insan Hz. Âdem’le başlamıştır. Âdem’in ardından Hz. Nûh’a (as) ve sonraki peygamberlere, nihayet Hz. Muhammed’e (sav) vahyetmiş ve onu bütün insanlara son peygamber olarak göndermiştir. (Bkz. Nisâ 4/163; Ahzâb 33/40.)

İslam’ın, bilgiye ulaşmada bir araç olarak kabul ettiği haber, bilgi değeri açısından üzerinde durulması gereken çok önemli bir konudur. Çünkü insanî bilgi birikiminin ancak haber ile tam olarak sağlandığına tanıklık etmekteyiz. Haber, –her şeyden önce- insanı aynı yanlışlara düşmekten koruyan ve bilgiyi/tecrübeyi (ilmi) nesiller boyu aktaran bir araçtır. İslam düşüncesinde içerik bakımından doğru haber, mütevâtir (sağlam/doğru) olarak peygamberin Allah’tan vahiy yoluyla aldığı haberlerden oluşan Kur’an-ı Kerim’dir.

Öncelikle vahiy, muhatabı olan insanı, düşünebilme ve bilebilme kabiliyetleriyle donanmış bir varlık olarak görür ve onu bu şekilde tasvir eder. Bu da onun, yani vahyin, insanı bilmeye sevkedip yönlendirdiğini ortaya koyar. Dolayısıyla vahyedilmiş bilgi, insanın bilme eylemini artık gereksiz kılan bilgiye değil bu eylemi doğruya, iyiye, güzele ve daha mükemmele sevkeden nihai ve mutlak bir karaktere sahip olan ilke ve hükümleri ifade eder. Bu vahyedilmiş bilgiler karşısında insanın, yine Kur’an’da açıkça belirtilen bilgi vasıtalarını kullanması da ısrarla istenir.

Haber bilgisinin, Kur’ân-ı Kerim dışında ikinci bir şekli daha vardır ki o da, Hz. Peygamber’den rivayet edilen hadislerdir.

Hadis kavramını, kısaca şöyle tarif edebiliriz:

“Hz. Muhammed’in (s.a.v.) söz, fiil ve takrirlerinin (yâni onay verdiği şeylerin) sözlü ya da yazılı bir şekilde ifade edilmesidir.”

Buna göre -ilkesel olarak- Hz. Peygamber’den (sav) dinî anlama ve açıklamaya yönelik bize ulaşan sahih (doğru/uydurulmamış) ifadeler, bütün Müslümanları bağlar.  Elbette burada sözünü ettiğimiz ve bizleri ilgilendiren, sıhhati (sağlamlığı) ortaya koyulmuş ve yorumlama konusu olan sahih (doğru/uydurulmamış) hadisin bağlayıcılığıdır. Bu sebeple haber yoluyla/kanalıyla ulaşması ve peygamberden çıkmış olması cihetiyle hadisler de tıpkı vahiyde (yani Kur’an’da) olduğu gibi “mutlak, kesin ve dokunulmazlık” muamelesi gören bilgi kaynaklarıdır.

İslam bilginlerinin çoğunluğunun “dinde otorite” olarak kabul ettiği Mâturîdî’ye göre haberin (yani Kur’an ve Sahih Hadis’in) reddedilmesi, insanın kendisini ve içinde yaşamış olduğu dünyayı reddetmekle aynı anlama gelmektedir. Çünkü insan, adı ve soyuna varıncaya kadar kimliğine ait tüm bilgileri, sadece “haber” kanalıyla öğrenme imkânına sahip olur. İşte tüm bu nedenlerden dolayı Mâturîdî, haberin bilgi değerinin inkârının, insanı çok büyük bir çelişkiye sürükleyeceğini savunur.

Ayrıca Mâturîdî Kelâm Ekolü‘ne (yorumuna/mezhebine) mensup bilginlerden Nesefî, haberin kendisinin ve haberleşme işleminin insanı hayvandan ayıran temel özelliklerden biri olduğunu vurgular ve insanın haber sayesinde bilmediği pek çok bilgiye ulaşabileceğini savunur. O yüzden haberi reddetmek, kişideki işitme duyusunun ve konuşma yeteneğinin de reddedilmesi anlamına gelir ki, bu durumda güdülerine göre hareket eden hayvan ile yaşamı boyunca ilim üretmesi gereken insan arasında hiçbir fark kalmaz.

Kısacası İslam Kelam bilginleri, mütevâtir (sağlam) haber olarak “sadece” vahyi görürler ve onun “amelî” (pratiği ilgilendiren), “ibadî” (ibadeti ilgilendiren) ve “itikadî” (inancı ilgilendiren) alanda kesin bir delil olarak benimserler. Ahad haberi, yani Resûl-i Ekrem’den rivayet edilen hadisleri ise, “ibadî” ve “amelî” konularda delil kabul ederken, “itikadî” alanlarda delil olarak etmezler.

3- Sâlim/Selîm (sağlam) Duyular&Hisler

İnsanoğlu, evren ve içindekiler hakkındaki tüm verilere/bilgilere, beş duyu organı kanalıyla sahip olur ve evreni bu sayede algılar. İnsanın duyu organları, -genel kabule göre- beş tanedir ve her biri görülmek, işitilmek, koklanmak, tadılmak ve temas edilmek niteliğine sahip olan varlıkları duyumsarlar. Ayrıca duyular, idrak ederler ve “yakîniyyât” adı verilen -kanıt ve kanıtlanmaya gerek duymayan- zorunlu bilgiyi meydana getirirler. Duyu ve tecrübe/deneyim kanalıyla sahip olunan bu bilgiler, duyumsanabilir evrene ait bilgilerdir. (Bkz. Mâturîdî, Kitâbu’t-Tevhîd, s.7; Sâbûnî, el-Bidâye, s.55.)

Görme ve işitme işlevinde zihin, nesnenin aslını değil, yansımasını algılar. Koklama ve tatma duyularında ise zihin varlığın yansımasını değil, ondan bir parçayı algılar. Dokunma duyusunda ise birebir varlığın kendisi algılanır. İşte bu şekilde varlığın kendisi, parçaları ve yansıması hakkında duyular aracılığıyla en temel bilgileri öğrenebiliriz.

Kur’ân-ı Kerim de, duyular ile bilgi arasındaki bu ilişkiye değinmektedir. Nitekim Nahl Sûresi’nin 78. ayetinde şöyle buyurulur:

“Allah, sizi analarınızın karnından, siz hiçbir şey bilmez durumda iken çıkardı. Şükredesiniz diye size kulaklar, gözler ve kalpler verdi.”

Ayrıca Kur’an, duyuları önemli bir bilgi kaynağı olarak kabul eder, akıl ve duyularını kullanmayanları ise Bakara Sûresi’nin 36. ayetinde şu şekilde kınar:

“Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık (hakka) dönmezler.”

İsrâ Sûresi’nin 36. ayetinde de duyu organlarının doğru işlerde kullanılmasını şöyle buyurur:

“Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin peşine düşme. Çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludur.”

Duyularla ilgili değinmemiz gereken başka bir mesele daha var ki o da, duyuların verdiği bilgilerin güvenilir olup olmadığı meselesidir. Çünkü duyularla elde edilen bilgilerde üç önemli aşama bulunmaktadır.

  • *** Birinci aşama, eşyanın salt duyumsanması;
  • *** İkincisi aşama, algılanan eşyanın zihinde kavranması;
  • *** Üçüncü aşama ise aklın, salt duyumsanması ve kavranması ile ilgili olarak verdiği hükümdür.

Duyu organlarıyla elde edilen bilgiler ile ilgili olarak aklın yanılacağı nokta üçüncü aşamadır. Çünkü ilk iki aşamada varlığın kendisi de, bilgisi de nötrdür. Ancak ona atfedilen bilgi değerinde sorunlar çıkmaktadır. Örneğin; bardağın içine konulan bir kaşığın dışarıdan bakıldığında kırık gibi görünmesinin nedeni kaşığın gerçekten kırık olması değildir. Bu görüntünün nedeni ışığın atmosferde ve suda kırılma açıla­rının farklı olmasındandır. Gözün aynı varlığın iki farklı ortamda bulunmasından kaynaklanan görüntü kaymasını değerlendiren akıldır. Bu görüntü farklılığının bir gerçek veya yanılsama olduğuna da akıl karar vermektedir. Yani varlık ve varlığın bilgisi gerçektir. (Bkz. Birand, İlkçağ Felsefe Tarihi, s.30.)


NOT:

Bu serinin daha önce yayımlanan 3 yazısını da okumanızı tavsiye ederim:

BİLGİYE DAİR NOTLAR (3): “Güncel Bilgi Kaynakları”05 Haziran 2019 

BİLGİYE DAİR NOTLAR (2): “Bilginin Kullanımı ve Muhafazası”31 Mayıs 2019

BİLGİYE DAİR NOTLAR (1): “Bilgiyi Sevmek ve Doğru Bilgiye Ulaşmak”22 Mayıs 2019

Sosyal Medyada Paylaşın:

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?

  • YENİ
  • YORUM
Yazarlar tarafından sitede yayınlanan tüm yazılar, resimler ve videolar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir.