• DOLAR
  • EURO
  • ALTIN
  • BIST
Prof. Dr. Doğan GÖÇMEN
Prof. Dr. Doğan  GÖÇMEN
dogan.gocmen@deu.edu.tr
Felsefe nedir, ne işe yarar?
  • 0
  • 1344
  • 19 Temmuz 2019 Cuma
  • 1 Puan2 Puan3 Puan4 Puan5 Puan
  • +
  • -

Toplumsal Sorunların Teorik Halledilişinde Felsefenin Rolü


  • Felsefe ne işe yarar ya da felsefe bir işe yarar mı?
  • Felsefenin anlamı ve gereği nedir?
  • Felsefe bir meslek midir?
  • Dolayısıyla felsefeyle para kazanılır mı?

Sorular, daha da artırılabilir… Günlük hayatımızda felsefe söz konusu olduğunda, sıkça karşılaştığımız sorulardan birkaçı bunlardır. Bu tür sorular sorulurken genellikle sorunun içine küçümseyici bir “alt ton” da eklenir. Buna gözlerin içinde kendinden emin, alaycı (ve bazen ukala) parlak bir bakış da eşlik eder. Felsefe de, hayatta her şey gibi varlığını gerekçelendirmek zorundadır. Fakat bu tür soruların yanıtını felsefe, kendini beğenmişliğe düşmeden ve kibre kapılmadan, büyük bir alçak gönüllülükle, fakat savunmacı ve korkak bir ruh haliyle değil, cesurca, tün dünyayı ve insanlığı sahiplenen bir eda ile vermelidir. Zira felsefe, insana her bakımdan ekmek ve su kadar lazımdır.

Thomas Hobbes ile beraber modern felsefenin kurucu babalarından olan René Descartes’a göre, “felsefesiz yaşamak, açmayı denemeden, gözü kapalı yaşamaktır.” Felsefenin verdiği zevk ve bu zevkten alınan haz ve duyulan sevinç, “felsefenin bulup meydana çıkardığı nesnelerden edinilen bilginin verdiği sevinçle ölçülemez” sadece… Felsefe bize her şeyden önce “ahlakımızı düzenlemek ve bu dünyada yaşamımızı yönlendirmek için” lazımdır. Öyle ki; felsefe bize,

“Adımlarımıza yol göstermek için gözlerimizi kullanmaktan çok daha gereklidir.”[1]

Neden? Nasıl ki, görmek gözümüzün bir işlevi ise, düşünmek de zihnin bir işlevidir. Öyleyse, felsefe zihnin gözünü açıp görür kılmanın en vazgeçilmez besinidir. Diğer bir deyişle felsefe de en az müzik kadar ruhun gıdasıdır, hatta müzik ancak felsefeyle düşünen bir zihne sahip bir insanın ruhunun gıdası olabilir. Zira felsefeyle beslenmemiş bir ruhun müziği gıda olarak hazmetmesi ancak rastlantısal olabilir. Zihnini bilinçli bir şekilde kullanmasını bilmeyen müziği de bilinçli bir şekilde dinleyemez ve onu ruhunun gıdası haline getiremez. Dolayısıyla bilinçsiz bir şekilde dinlenen müziğin ruhun gıdası olması, ruhu beslemesi şöyle dursun, ruh için yıkıcı dahi olabilir. Her şeyden önce iyi müziğin ne olduğu, hangi müziğin ne zaman dinleneceği, müziği doğru dinlemenin ne demek olduğunu bilmek gerekir. Bu elbette epeyce müzik bilgisini şart koşacaktır. Fakat aynı zamanda tüm bu süreçlere içkin olan en azından epistemolojik sorulara dair iyi bir yanıtın da olması şarttır. İşte felsefe, zihnin bu işlevinin yani düşünmenin en doğru ve en düzgün bir şekilde, eş deyişle akıllı bir şekilde nasıl düzenlenebileceğini ve kullanılabileceğini öğretir. Bu düzenleme bize çelişkilerle dolu dünyada dimdik, kırılmadan ve bükülmeden akılla yürümesini öğrettiği gibi, aynı zamanda dünyanın da akılla nasıl değiştirilebileceğini ve düzenlenebileceğini de gösterir.

Felsefenin en temel alanı olan mantık çerçevesinde araştırılan “doğru-düzgün” düşünmenin ne olduğu sorusu (düşünmenin neliği), ontoloji çerçevesinde sunulmaya çalışılan dünya tasarımı ve epistemoloji çerçevesinde doğruluğu ve yanlışlığı araştırılan, dolayısıyla sistematik bir şekilde düzenlenmeye çalışılan bilgimizin hepsi sonunda ahlakımızı düzenlemeye, diğer bir deyişle davranışlarımızın, doğru olmasına; davranışlarımızın gerçekleşmesi için başvuracağımız araçların doğru araçlar ve yöntemlerin gerçeğe sadakat ile seçilmesine; kısacası günlük, kısa, orta ve uzun erimli hedeflerimize insan onuruna yakışır bir ahlaklılık çerçevesinde ulaşılmasına hizmet eder.

Bugün ontoloji, yani varlık felsefesi çerçevesinde ortaya konan modern dünya tasarımı insana hem bir birey olarak hem de bir tür olarak varlıkta yerini belirleme ve halini bilme ve böylece varlığın “özbilinçli” öznesi olma olanağı sunar. Epistemoloji, diğer bir deyişle bilgi felsefesi ontolojik olarak belirlenen bu yerin ve içinde bulunulan halin bilgisi olabilir ancak. İnsanı varlığın öznesi ve içinde bulunduğu durumun değiştiricisi ve düzenleyicisi yapan söz konusu ontolojik bakış ve epistemolojik donanımdır. Felsefenin ahlak, sanat, hukuk, toplum, iktisat, siyaset, teknoloji, mühendislik ve mimarlık, tıp gibi alanları söz konusu ontolojik bakışın ve epistemolojik donanımın uygulandığı alanlardır –ki bu uygulama her alandan elde edilen yeni pratik bilgiye kaynaklık eder. Uygulamadan elde edilen bu bilginin de genelleştirilip tüm alanlar için uygulanır kılınabilmesi işi de yine felsefenin üstesinden gelmesi gereken bir ödevdir.

Hemen her durumda sergilediğimiz davranışlarımız ahlaki bakımdan doğru olursa ve sergilediğimiz davranışımızın bu bakımdan gerçekten doğru olduğunu bilirsek, yani eylemlerimizin savunulabilir bir ahlaki çerçevede istediğimiz amaca ulaştığını bilirsek mutlu oluruz. Zira felsefi bilgi bizi dünyayla ilişkilendirirken, bize her şeyden önce dünyaya ve topluma ilişkin, toplumda ve dünyada ahlaki duruşumuzu düzenlememizi mümkün kılar, yani ahlaklı olmanın ne demek olduğunu gösterir ve bunun epistemolojik önkoşullarını oluşturur. Ahlaklılığın oluşmasının önkoşulu ise, daha eylemeden, amaçladığımız eylemlerin süreçlerini ve sonuçlarını öngörebilmek, araçlarını ve gereçlerini tartabilmek, yöntemlerini ve nedenlerini bir ön-yargılamaya tabi tutabilmektir. O halde, felsefe, insanın yaşamını az-çok bilinçli bir şekilde düzenleyebilmesi ve anlamlı bir yaşam sürebilmesi için ekmek su kadar lazımdır. Kısacası; yaşadım diyebilmek için felsefeyle, felsefenin ışığında yaşamış olmak gerekmektedir.

Bu konuda René Descartes’ın yaptığı, bir toplumun ya da ulusun “bireyleri felsefeyle ne kadar çok içli dışlı olursa”, bir toplumda felsefeyle uğraşanların sayısı ne kadar çok olursa, o toplum o kadar “uygar ve ince ruhlu”[2] olur belirlemesi son derece isabetlidir ve kanımca tarihsel olarak da kanıtlanmıştır. Zira bugün sanat, edebiyat, kültür, davranışlarda estetik ve ahlaki zariflik bakımından uygarlığın en başında yürüyen uluslar, felsefi bilgileri genişlediği ve derinleştiği oranda ön sıralara doğru yürüyebilmişlerdir. Örneğin bugün hala övünmekle bitiremediğimiz “İslam’ın altın çağı”, söz konusu kültürel alanda en başta felsefenin ve elbette diğer bilimlerin de en özgür ve dolayısıyla etkin olduğu döneme tekabül etmektedir.

Ne yazık ki, felsefeye dair günlük bilincimizi belirleyen yukarıda sıraladığım gerçek gözlemler değildir. Günlük hayatımızda günlük bilincimizi derinden etkileyen iki farklı bağlamda kullanılan bir deyiş vardır –ki bu tam tersi bir kanıyı ifade eder. Örneğin “felsefe yapma!” ve “felsefe yapalım!” gibi… Günlük dilde kullanılan “felsefe yapma!” buyruğu yerine bazen “lügat parçalama!” dendiği de olur. Ne demek bu? Bu anlamda felsefe yapmak veya lügat parçalamak, karşıdakini ‘laf kalabalığı’ ve ‘laf cambazlığı’, ‘lafebeliği’ yaparak, her türlü yalan ve dolanla yenmek anlamına gelmektedir. Eskiçağ Yunan felsefesinde buna “eristik” denirdi. Bu nedenle filozoflar eristik olarak adlandırılan ve hiçbir şekilde dürüst ve samimi olmayan yöntemin karşısına diyalektiği koymuşlardır. Bu bakımdan filozof olmanın önkoşulu her şeyden önce gerçeğe ve doğruya sadık ve insana karşı dürüst olmayı şart koşmaktadır. Bu da ancak diyalektik bir düşünme yöntemiyle mümkündür.

Günlük hayatımızda sürekli karşılaştığımız “felsefe yapma!” negatif emrinden farklı olarak “felsefe yapalım!” talebi, pozitif bir eyleme çağırıyor gibi gözükse de, bu deyişin önkabulleri sanıldığı gibi koşulsuz olarak olumlu değildir. Bu talep her şeyden önce ortak akıl yürütmeye bir çağırıdır. Bu bakımdan talep ilk bakışta olumlu gibi gözükmektedir. Fakat bu talep aynı zamanda felsefe yapmanın sanki koşulsuz olduğu önkabulünden de hareket eder. Bu bir bakıma doğrudur, çünkü akıl yürütme yetisi herkeste kendiliğinden oluşur. Fakat gerçek felsefe ancak yöntemle ve mantıkla yapılabilir. Bu talep diğer taraftan felsefe tarihine ve filozoflara dair bilginin yarıştırılmasına da bir çağrı gibidir. Oysa felsefe yapmanın önkoşulu ve öncelikli amacı bilgiyi paylaşmaktır, yarıştırmak değil. Ve bu, basit bir talep değil ontolojik, yani insanın var olma tarzından kaynaklanan bir zorunluluktur. Bu çok az dikkate alınır.

Bu yazının amacı,

önce, bu tabirlerin kullandığı bağlamlardan hareketle günlük bilincimize sinen felsefeye dair genel negatif bir anlayışı yaygın kanı olarak alıp, bunun karşısına bazı temel toplumsal sorunlardan hareketle felsefenin asıl ne olduğunu ve hem sorunların sorun olarak algılanması, hem de çözülmesi için kuramsal bir perspektifin sunulması konusunda nasıl verimli kılınabileceğine ilişkin bazı gözlemlerimi ve düşüncelerimi paylaşmaktır.

  1. “Lügat parçalama!” 
  2. “Felsefe yapma!”

Felsefeye dair bu kısa giriş ve bir ön-tanım denemesinden sonra şimdi pratik gerçekliğimize dönebiliriz. Günlük dilimizde ve hayatımızda laf kalabalığı yapanlara, “lügat parçalama!” ya da daha sıkça “felsefe yapma!” denir. Günlük hayatımızda ilk tabir genellikle süsleyip püsleyerek ve böylelikle asıl meseleyi anlaşılmaz kılarak konuşmaya denir. Son tabir kendinde, aynı zamanda, karşıdakini, konuyu çarpıttığına dair doğrudan bir suçlamayı da içerir. Bu suçlama, René Descartes’ın deyimiyle filozof olmayıp da “filozofluk taslayanlara”, nicel bilgi yığmayı felsefe sanıp, bununla gösteriş yapmaya kalkanlara karşı yapıldığı oranda haklılık da içerir. Zira çıkardığı sesi hissetmesi hiçbir şekilde mümkün olmayan müzik aletleri gibi, filozofluk taslayanlar da felsefe yapmayı, çıkardığı sesi hissetmekten uzak cansız nesneler gibi ezberlenmiş kitabi nicel bilgileri tekrarlamaktan ibaret sanırlar. Ne var ki; Descartes’ın doğru bir şekilde işaret ettiği gibi, felsefeyle uğraşmayanların bile aklı böylece filozofluk taslayanlardan daha fazladır. Zira gösteriş, kibirlilik ve kendini beğenmişlik felsefenin özüne aykırıdır. Felsefenin erdemi her şeyden önce mütevazılıktır ve filozofun bilgisi arttıkça daha çok alçak gönüllü olur. Fakat bu tabir, felsefeyi oldukça küçük gören başka bir bağlamda daha kullanılır. Bununla hayatını felsefeci olarak idame edenler çok sık karşılaşır. Felsefeci olduğunuz öğrenilirse, bazıları “felsefe yapalım mı?” diye sorar hemen ya da doğrudan “felsefe yapalım” diye teklif eder. İki farklı bağlamda kullanılan aynı tabirdir. Belirttiğim gibi, “felsefe yapma!” tabirinin kullanıldığı bağlam (bazen haklılık içeren suçlama durumunu şimdilik bir tarafa bırakırsak), felsefeyi doğrudan aşağılamaya yöneliktir. İkinci bağlam, felsefeyi küçük görür. İlk durumda felsefenin bir kelime oyununa indirgendiği, basit bir şekilde gerçeği çarpıtma sanatı olarak tanımlandığı, dolayısıyla aşağılandığı, artık anlaşılıyor.

“Felsefe yapalım mı?” diye sorulduğunda ya da “felsefe yapalım!” diye teklif edildiği zaman tabir neden felsefeyi küçümseyici bir anlam içerir? Hiç kimse, örneğin bir fizikçi ile veya bir kimyacıyla ya da bir matematikçi ile karşılaştığında; bir sosyolog, bir psikolog, bir iktisatçı ile tanıştığında mesela “fizik yapalım!” demez veya “psikoloji yapalım mı?” diye sormaz. Ama felsefeci ile karşılaşıldığında denir. Neden? Bu davranışla ifade edilmeye çalışılan şey, aslında önkoşulsuz felsefe yapılabileceği sanısıdır. Bu, bir bakıma yanlış değildir. Zira felsefe her şeyden önce düşünce işidir ve herkes her zaman şöyle veya böyle düşünür. Dolayısıyla hemen herkes bir biçimde sürekli düşünceyle ilişkili ve meşgul olduğu için, kendisini, düşünceyle uğraşan felsefeye aşina hisseder. Bu yanlış ve olumsuz değildir. Fakat bu, sıkça felsefenin önkoşulsuz yapılabileceği sanısına götürüyor ki, yanlış ve yanıltıcı, dolayısıyla felsefeyi küçük görücü davranış da bundan kaynaklanmaktadır. Oysa bu küçümseyici kanıya karşın felsefe konumu gereği tüm bilimleri mümkün kılan ve bilimler arası bütünlüğü de sağlayan bilimsel bir disiplindir. Hatta daha ileri gidip, tüm bilimselliğin ancak felsefe dolayısıyla mümkün olduğunu ileri sürebiliriz.

Hiç kimse diğer bilimlerin “önkoşulsuz” yapılabileceğini, bırakalım düşünmeyi, sanmaya bile cesaret edemez. Fakat diğer bilimler gibi felsefe de “önkoşulsuz” yapılamaz. Yani felsefe yapmak da, bazı olmazsa olmaz önkoşulların yerine getirilmesini şart koşar. Her şeyden önce, felsefe, basit bir şekilde düşünceyi konu almaz. Filozofların, “insanı hayvandan ayıran özellik, insanın düşünebilmesidir” deyişi bu nedenle hep yanlış anlaşılmıştır. Felsefenin konusu elbette düşünmedir ve insanı diğer hayvanlardan ayıran temel fark bugün artık yalnızca alet yapması değildir, aynı zamanda, alet yapma etkinliği ile gelişmeye başlayan ve bugün artık kendine ait yasalara, ilkelere ve kurallara sahip olan düşünmedir. İnsanı diğer hayvanlardan ayıran temeldeki fark elbette onun alet yapmasıdır. İnsan, kendisini diğer hayvanlardan ayıran düşünsel temel özellik olan ön-görüme yeteneğini alet yapa yapa geliştirmiştir -ki bu, felsefe yapmanın vazgeçilmez ‘araçları’ olan soyutlama ve yansısal düşünme yeteneğini de içerir.

Kökende insanı diğer hayvanlardan ayıran özellik alet yapmak olsa da; insanın günlük hayatının, eğitimin ve öğretimin ve iş yaşamının örgütlenme tarzı, kısacası alet kullanmanın hayatın her alanında almış olduğu boyut, kapsam ve derinlik insana nedensel, süreçsel ve sonuçsal düşünmeyi, süreçleri ve sonuçları öngörmeyi ve örgütlemeyi neredeyse doğuştan gelen bir yeti gibi aşılamaktadır. Dolayısıyla bu durum bugün artık düşünmeyi bir kurum olarak, göreli bir şekilde de bağımsızlaştırmıştır. Bu nedenle filozofların insanı hayvandan ayıran özelliğin düşünme olduğuna dair belirlemesi, düşünmeyi en genel ve basit anlamında alırsak, kendi çağımızda en fazla geçerlilik kazanmıştır.

Fakat filozofların, insanı hayvandan ayıran özelliğin düşünce olduğuna dair belirleme bağlamda kullandığı ‘düşünme’ kavramının en geç Aristoteles’ten beri özel bir anlamı vardır. Filozoflar, “insanı hayvandan ayıran özellik düşünmedir” deyince, bununla insanın ve diğer hayvanların ortak özelliği olan fizyolojik düşünmeyi kastetmezler. Filozofların bu bağlamda kullandıkları düşünme kavramı, Aristoteles’in tabiri ile “düşünmeyi düşünmek” (noesis neoseos) anlamında alınmalıdır. Düşünmeyi düşünmek, düşüncenin kendisiyle kurduğu öz-istinatlığa ve öz-yansısallığa işaret eder. Bu anlamda düşünmeyi düşünmek, düşüncenin kökeni, doğası, işlevi ve yöntemi üzerine düşünmek demektir. Bu nedenle felsefe, akıllı ya da doğru dürüst düşünmenin önkoşullarını araştırır her şeyden önce ve bunu felsefi bir disiplin olan Mantık çerçevesinde yapar. O halde, felsefe yapabilmek için her şeyden önce Mantık’ın bilinmesi gerekir. Burada söz konusu olan Mantık, elbette diyalektik mantıktır. İnsanlara doğru dürüst düşünmekten başka her şeyi öğreten, insanın yaşamını, dolayısıyla günlük yaşamını da örgütlemesi için hiçbir anlam ifade etmeyen, hiçbir işe yaramayan “modern” veya “sembolik mantık” değildir.

Çelişkilerle dolu karmaşık bir dünyada, her şeyi sorunsuzmuş gibi ele alan, tereyağından kıl çeker gibi çekip çıkaran sembolik mantık elbette bir iş göremez. Bunun yerine dünyanın nabzını elde tutmak isteyen, gerçekliği kendi kategorileri veya kavramlarıyla kavrayıp kavramlaştırmak isteyen diyalektik mantık, hakikatin kendi işleyişinin ve akışının mantığı olarak kurgulanmıştır. Sonra, felsefe yapabilmek için, kavramlarla düşünmesini bilmek gerekir. İnsana yargı gücü kazandıran, dolayısıyla doğruyu yanlışı birbirinden ayırmasına yardımcı olan kavramsal düşünmektir. Kavramsal düşünme olmadan belki yansısal düşünme mümkün olabilir, fakat mesele yalnızca yansısal düşünme değildir, mesele aynı zamanda öz-yansılsal düşünebilmektir. Özyansısallık ancak hakikatin ontolojik ve tarihsel bilgisiyle donatılmış bir öznenin gerçekleştirebileceği bir eylemdir. İnsanın düşünce dünyasında akıl yargısı ve vicdan terazisi bu aşamada, yani öz-yansısal düşünme ile devreye girer. Bununla şu kastedilmektedir:

Düşünce ifade ederken kullandığımız kavramlar veya kategoriler arasında hem içsel, hem dışsal, hem de (ancak iyi bir metafizik, ontoloji ve epistemoloji bilgisine sahip olunduğu oranda bilinebilecek) içlem ve kapsam bakımından hiyerarşik ve sistematik bir ilişki vardır. Kavramlar arasındaki bu ilişki bilinebildiği oranda bilinçli felsefe yapılabilir. Rastgele düşünmek, rastgele (ortak) akıl yürütmek felsefe yapmak demek değildir.

Son olarak; bilinçli düşünebilmek ve felsefe yapabilmek için düşünce ve felsefe tarihini, aşamalarını ve bu aşamalara has düşünme tarzlarını özellikleriyle çok iyi bilmek gerekmektedir. Felsefe tarihi yalnızca felsefeyle düşünmeyi öğretmez, felsefe tarihi aynı zamanda sunmuş olduğu düşünce zenginliği ile düşünceyi özgürleştirir de…

  1. Felsefenin anlamı nedir?
  2. Felsefi bakış, nasıl bir bakıştır?

René Descartes’ın, yazının girişinde işaret ettiğim belirlemesi tam olarak şöyle:

“…bir ulusun bireyleri felsefeyle ne denli içli dışlı olursa, o ulusun o denli uygar ve ince ruhlu olacağına inanmak gerekir.”[3]

Descartes’ın bu belirlemesi ne kadar çok vurgulanırsa, o kadar azdır. Zira Descartes’ın belirlemesine temel oluşturan şeylerin özünü araştıran “nelik” sorusunun (bu nedir?, ben neyim?, biz neyiz?) yerine, on dokuzuncu yüzyılın ortasından itibaren ana akım felsefenin taşıyıcıları (Örneğin: J. S. Mill, A. Comte, W. Dilthey, F. Nietzsche ve M. Heidegger) tarafından kimlik (ben kimim?, biz kimiz?) veya nasıllık sorusu yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Açıklamadan betimlemeye geçiş anlamına gelen bu değişimin amacı, nedensel, sonuçsal ve süreçsel dinamik, değişimi ve dönüşümü, çöküşü ve ilerlemeyi, var oluşu ve yok oluşu odağa yerleştiren açıklamaların yerine durağan, sanki her şey olduğu gibi ezelden beri varmış ve ebediyete kadar da sürecekmiş gibi yaklaşan statik betimlemeleri geçirmektir. (Ne)lik sorusu, nasıllık ve kimlik sorusunu dışlamaz, tersine, ilk soru sonraki soruları sistematik bakımdan zorunlu olarak içerir. Fakat sonraki sorulara sistematiklik bakımından öncelik verilirse yalnızca tasvir çerçevesinde kalınacağı için ilk soru ilkesel olarak dışlanmış olur. Fakat Descartes’ın belirlemesine göre, bir toplumda bireyler felsefeyle ne kadar çok “içli dışlı” olursa, o toplumda hem bireyler hem de bir bütün olarak toplum kendisinin ne (nasıl bir insan/toplum) olduğunu sorgulayan, kendi kendisine hem bireyler, hem de toplum ya da ulus olarak belli bir mesafeden bakabilir, yani eleştirel ve özeleştirel hem de zarif olabilir. Kendisinin ne (nasıl bir insan) olduğunu sorgulayan bireyler ve bu bireylerden oluşan toplum ya da ulus, kendisini diğer bütün bireyler ve uluslar gibi bütün insanlığın bir parçası olarak kavrayabilir. Yani insan kendisinin ne olduğunu, kim olduğunu ve nasıl olduğuna dair özü araştıran soru üzerinden kavrayabilir. Böylelikle ne teker teker bireyler kendilerini diğer bireyler karşısında ne de bir bütün olarak toplum ya da ulus kendisini diğer toplumlar veya halklar ve uluslar karşısında mutlaklaştırır.

Fakat bugün de ana-akım felsefenin, “nelik” sorusunun yerine temele yerleştirmeye çalıştığı kimlik veya nasıllık sorusundan hareket edilecek olursa, herkesin herkesle paylaştığı şeyin ne olduğu (insanlık) araştırılmadan, herkes dogmatik, yani basit bir şekilde yalnızca diğerlerine karşı, Hegelci bir tabirle “negatif” bir şekilde kendisinin kim olduğunu tanımlama çabasına girer –ki, bu herkeste diğerlerinin varlığını yadsıyan, kendisini diğerlerinin karşısında mutlaklaştıran, insanları ve ulusları birbirine yabancılaştıran, birbirine karşı barbarca duygular beslemeye iten içinden çıkılmaz bireyciliğe ve ulusçuluğa/milliyetçiliğe götürür. Felsefenin, “öz” kavramını reddederek, göz ardı ederek, “öz” kavramını felsefenin sistematik kavram dünyasının dışına atarak iş görmesi mümkün değildir. Felsefenin varlığını gerekçelendiren en temel nedenlerden birisi, onun kendi çağının bütünlüklü bir dünya tasarımı ortaya koymasıdır. Fakat felsefede, öz kavramını dışarıda bırakarak, bırakalım tutarlı ve bütünlüklü bir dünya tasarımını herhangi bir dünya tasarımı ortaya koyması dahi mümkün olmaz. Öz kavramı bu bakımdan barışçı ve hümanist, yani özgürlükçü bir perspektifle felsefe yapmanın mümkün kılınmasının da garantisidir.

Klasik Alman Felsefesinin en büyük tartışması, belki de en temeldeki tartışması öz-görünüm ilişkisinin nasıl kurgulanacağı üzerinedir. Zira ilk bakışta bu soru her ne kadar teori ve pratik ile çok ilgiliymiş gibi gözükmese de, aslında dorudan teori-pratik ilgilendiren bir sorudur. Fichte, Kant’ın ortaya koyduğu bir yargı teorisi olarak felsefe teorisini eleştirirken, felsefeyi bir eylem teorisi olarak yeniden tesis etmek istemektedir ve bunun için işe Kant’ın aslında şeyin (Ding-an-sich), yani özün bilinemeyeceğine ilişkin düşüncesinin eleştirisiyle başlamaktadır. Fakat Fichte aslında şeyden bir bütün olarak vazgeçerek sorunu çözebileceğine inanmaktadır. Bu nedenle Kant’ın, kendisinde metafiziğin noksan olduğuna dair ağır eleştirisine maruz kalır. Kant aslında şeyin bilinemeyeceğini iddia etse de özgürlük sorununun felsefi olarak çözümünün aslında şey sorununun çözümüne bağlı olduğunu çok iyi bilmektedir. Bu nedenle aslında şeyin bilinme sorusunun yanıtını geleceğe ertelediği gibi, özgürlüğün ne olduğuna dair sorunun yanıtını da erteler. Fakat girişmiş olduğu bu felsefi eylemin sonucunun ne kadar ağır olduğunu çok iyi bilmektedir. Bu nedenle özgürlüğün ne olduğunu bilmesek de onu amaçlamak zorunda olduğumuzu iddia ederek sorunu çözmeye çalışır. Hegel’in bu tartışmaya özün ancak kendisini gösterdiği oranda bilinebileceğini belirterek ve görünümlerin bilinmesinin aslında özün bilinmesi anlamına geldiğini ileri sürerek müdahale etmesi, modern çağda özgürlük sorununun çözümünün elbette ertelenemeyeceğinden hareket etmesindendir. Zira eğer felsefi bir kuram çerçevesinde görünümlerin birbiriyle dolayımlı, yani, sonunda, tüm varolanların aynı özü paylaştığı ve özün tüm görünümlere içkin olduğu gösterilebilirse, varolanların farklarının mutlak olmadığı, görünümlerin birbiriyle olan ilişkilerinde diğerlerini tek yanlı bir şekilde yalnızca yadsıyan değil, onlarla aynı zamanda onları kapsayan pozitif bir ilişki içinde oldukları gösterilebilmiş olur. Bu durumda her şeyin her şeyle paylaştığı kendi özünün (Aristoteles’in “üçüncü olan” dediğinin) her şeyin kendisine içkin olduğu temellendirilmiş olur. Sorunun felsefenin en temelinde olanın Thalesçi “arkhe” sorusu olduğu artık kendiliğinden anlaşılmıştır. Özgürlüğün ontolojik olarak, yani varlıkta temellendirilmesi ancak bu şekilde mümkündür. Öyleyse felsefe arkhe sorusunu en başa almakla kendisini aynı zamanda ta en başından itibaren özgürlük bilimi olarak belirlemiş oluyor ve insanın özgürlüğü ancak özün içkin olarak kurgulanmasıyla mümkün olmaktadır. Bu nedenle, yukarıda alıntıladığım yerde Descartes, felsefi uğraşın insanları uygarlaştırdığını vurguladığı yerde, bunun aynı zamanda uygar insanı, “yabanıl ve barbar insanlardan ayırdığını”[4] belirtmeyi ihmal etmez.

  1. Felsefe ne işe yarar?
  2. Felsefe bir işe yarar mı?

Yukarıda işaret ettiğim gibi felsefe ta başından itibaren kendisini bir özgürlük bilimi olarak kurmuş ve temellendirmiştir. Aristoteles’in Metafizik adlı eserine giriş olarak insanının doğası gereği bilgi edinmeyi amaçladığını belirten bir cümleyi seçmiş olması rastlantı değildir. Eski adıyla metafizik, bugünkü adıyla bugünkü adıyla ontoloji veya varlık felsefesi “ilk felsefe” (Aristoteles) olarak adlandırılır ve bir bilim sistemi olarak felsefenin en temelinde olan felsefi bir disiplindir. Böylelikle, eğer ilk felsefenin, yani eş deyişle felsefenin en temelinde olanın amacı bilgiyi mümkün kılmak ise, felsefenin en temeline erek olarak bilgi edinimi yerleştirilmiş demektir. Bilgi her zaman için bir şeyin bilgisidir ve bu nedenle gerçek olmak zorundadır. Bir şeyin bilgisini edinmek demek, aynı zamanda o şeyin kendisini edinmek demektir. Bir şeyi edinmek demek ise, o şey karşısında ona karşı doğru davranmak demektir. Bu ise insanın aradığı özgürlüğün somut bir bağamda somut olarak tesis edilmesi demektir. Öyleyse, bilgi özgürlük demektir ve tabii bilgi insanı özgürleştirir. Ontoloji, adı üzerinde, bir bütün olarak varlığın bilgisini edinmeyi amaçlamaktadır. Bu durumda felsefenin varlık nedenini ve amacını insanı varlıkta özgürleştirmek olarak belirleyebiliriz. En nihayetinde insan özgürlüğünü varlıkta temellendirebildiği oranda doğada ve toplumda da temellendirmiş olur. Felsefenin varlık nedeni ve en temelde amacı budur. İnsanlığın evrende özgürlüğünü varlığın bilgisi dolayısıyla temellendirmek. Bu bakımdan felsefe bir özgürlük bilimidir.

Fakat insanlık tarihi, katlanılmaz ezici toplumsal sorunlar karşısında insanların gerek teker teker, gerek gruplar halinde, gerekse de kitlesel olarak duygusal öfkelerini ifade ettikleri eylemlerle doludur. Fakat sıkça isyana varan bu öfkelenişler, ya tarihsel nesnelliğin yeterince kavranamadığı için gereğine uygun eylem geliştirilemediğinden, ya da karşısında öfke duyulan sorun yeterince algılanıp tam olarak kavramlaştırılarak ve böylece teorik olarak halledilemediği için sıkça başarısızlığa uğramıştır. Bunun en önemli nedenlerinden birisi, özgürlükçü pratik hareketin en önemli teorik silahı olan felsefeyle buluşamamış olmasıdır. Felsefe ne kadara teorik olursa olsun hep pratiği temellendirir ve onun önünü açar, onun erekselliğini temellendirir. Hatta felsefe tam da teorik olduğu için pratiği temellendirebilir diyebiliriz. Pratiğin başarısının garantisi, amaçlanan hedefe başarıyla ulaşılmasının teminatı pratiği mümkün kılan felsefedir. Bu nedenle pratiğin doğru kavranabilmesi için felsefenin de doğru kavranması gerekmektedir. Son yıllarda dünya çapında gözlenen adaletsizliklere karşı kalkışma dalgaları felsefeyi ihmal ederse, tarihte gözlenen sayısız başarısızlık örneklerine yenileri eklenebilir. Zira felsefe, en genel temel kavramlarla dünyaya bakmayı, dünyayı düşünmeyi, dünyada çalışmayı ve eylemeyi öğretir. Bu nedenle felsefesiz eylem, karanlıkta görmeden hedef almaya çalışmaktan başka bir şey değildir.

Fakat felsefe, bunu koşulsuz yerine getiremez. Bunu herhangi bir felsefe de yerine getiremez. Bu nedenle herhangi bir şeye felsefe diye sarılıp, pratiğimizin önün açılacağını beklemek kelimenin olumsuz anlamında safça bir yaklaşım olur. Felsefenin burada söz konusu olan bu tarihsel misyonunu yerine getirebilmesi için tutarlı ve ayrıntıyı gören, tümeli tasavvur eden ve tikeli kavrayan bütünlüklü bir dünya görüşü ortaya koyabilmesi gerekir. Diğer bir deyişle bu dünya görüşünün geneli kendi zengin içerik dolu somutluğunda ortaya koyabilmesi ve bu somut genellikte tikeli kavrayabilmesi gerekir. Felsefe ortaya konan bu bütünlüklü dünya tasarımı içinde insanın yerini kavramaya çalışır ve bu bakımdan kendisini tüm insanlara kendilerinin evrendeki yerlerini kavramaları ve yaşamın anlamını sorgulamaları için gerekli düşünsel araçları sunar. Felsefi olarak temellendirilmiş tutarlı ve bütünlüklü bir dünya görüşüne sahip bir insan, dünyanın ve insanlığın haline dair bir hakikat iddiası olan ve bu hakikatin içinde kendisini tarihsel misyonu ile kavrayabilen bir insandır. Bu açıdan felsefe insanın görme ve algı gücünü, dolayısıyla dünyaya karşı hassasiyetini inanılmaz bir şekilde geliştirir ve artırır. Ve bu nedenle felsefe, insanların hemen her şeye karşı duygusal ve zihinsel hassasiyetini artırır, onların bakışını temel yapısal ilişkilere ve kimsenin görmediği ayrıntılara yönlendirir.

Fakat felsefe sadece bunu yapmakla kalmaz. Felsefe aynı zamanda algılanan, tanımlanan ve kavranan sorunun teorik halledilişi için de gerekli düşünsel araçları sunar –ki, bu, sorunun kalıcı pratik çözümünün de önkoşuludur. Yukarıda söz konusu olan sorunun teorik halledilişi ne demektir? Felsefe ilkesel düşünme yöntemiyle gündemde olan sorunu her şeyden önce nedenleriyle kavramayı öğretir. Bir şeyi kendi nedenleriyle öğretmek, o şeyi kendi özüyle, yani oluşum süreciyle birlikte kavramak anlamına gelir. Başka bir deyişle bir şeyi kendi özüyle öğretmek, o şeyi kendi içkin hareket ettireni ile birlikte kavramak demektir. Bu, zorunlu olarak söz konusu şeyi kendi oluşum, gelişim ve kendi sonu ile birlikte düşünmek, öngörmek ve kavramak demektir. İşte, sorunun teorik halledilişi burada söz konusu olan şeyi kendi bütünlüğü içinde bir bütün olarak, kendi oluşum, var oluş ve yok oluş süreciyle birlikte ortaya koymakla gerçekleşir. Felsefenin tesellisi, eğer var ise, o da budur. Gerisi pratiktir, sanattır, pratiktir, eylemdir, siyasettir.

  1. Sorunların “kuramsal halledilişi” ne anlama gelmektedir?

Sorunların “teorik halledilişi” kavramı ile herhangi bir sorunun algılanması, açıklanması, kavramlaştırılması ve açıklanıp kavramlaştırılırken sorunun kendi şekillenişi içinde zaten var olan kendi mümkün çözüm potansiyellerini empirik ve teorik gerekçeleriyle ortaya konması kastedilmektedir. Kavram ile nasıl iş görüldüğünü göstermek için belki de öncelikle Karl Marx’a başvurulmalıdır. Zira Marx, modern felsefenin üst uğrağı olan Hegelci felsefeden hareketle, öncelikli olarak yeni bir felsefe geliştirmek yerine felsefeyi doğrudan modern toplumun kavramlaştırılması için uygulamaya yönelmiştir. Bu bakımdan Das Kapital felsefenin pratiğe uygulanırken pratiğin nasıl kavramlaştırılabileceğine iyi bir örnektir.

Marx, Das Kapital’de Hegel’in Mantık Bilimi çerçevesinde geliştirdiği öz öğretisini modern toplumun kavramlaştırılmasına ve eleştirisine uyarlar. Marx’ın Das Kapital’de yaptığını Hegel Hukuk Felsefesi adlı eserinde kendi geliştirdiği mantık kuramını uygulayarak yapmıştır. İki eser de, Hukuk Felsefesi de, Das Kapital de modern toplumu kavramlaştırmayı amaçlamaktadır. Bu bakımdan modern çağın bu iki baş yapıtını karşılaştırmalı incelemek, felsefenin pratiğe uygulanırken pratiğin nasıl kavramlaştırılabileceğine dair kendi başına felsefi bir bilgi kaynağıdır.

Marx’ın Onbirinci Feuebach Tezi üzerine çok yazıldı, çok tartışıldı. Tezde, Marx, şöyle diyor:

“Filozoflar dünyayı yalnızca çeşitli biçimlerde yorumladılar, asıl olan onu değiştirmektir”[5]

Bu tez bağlamında üzerinde en çok durulan soru, bu tezin felsefeyi yadsıyıp yadsımadığı, felsefeyi yıkmak isteyip istemediği sorusu oldu.[6] Tezi bu şekilde yorumlayanlar da genellikle teoriyi unutup kavramsız pratiğe yöneldi. Fakat Tez, felsefenin yüzlerce yıldan beri biriktirdiği teorik bilginin modern çağda pratiğin biriken sorunlarının çözümüne uygulanması talebi olarak hiç görülmedi. Oysa kanımca Tezde, Marx, dünyanın yorumu anlamına gelen felsefenin dünyanın değiştirilmesine, yani sorunların çözümüne uyarlanmasını talep etmektedir. Marx, dünyanın yorumundan felsefi “dünya tasarımı”nı anlamaktadır –ki bu tasarım zorunlu olarak kavramsal, diğer bir deyişle genel olmak zorundadır. Fakat bu tasarımın değiştirilmek üzere uygulanacağı dünya zorunlu olarak hem tarihsel olarak, hem de mekânsal olarak somut olmak zorundadır. Kavramın tikelleşmesi, bu şekilde pratiğe uyarlanması ile, pratikte vücuda gelmesi ile gerçekleşmektedir. Marx ile Engels arasına konmaya çalışılan çelişkinin herhangi bir maddi temeli bulunmamaktadır, onlar bu konuda hem fikirdir.

Marx ve Engels’in felsefeye katkısı hem teorik açıdan, hem de pratik açıdan iki boyutludur. Teorik açıdan iki boyutludur; çünkü felsefi bilgi, kapitalist toplumun özünün kavranıp kuramlaştırılmasına uyarlanmıştır. Burada felsefi bilginin, teorinin pratiğine, yani kavramlaştırmaya uyarlanması söz konusu olduğu için, her şeyden önce uyarlanışa dair yöntemsel ve pratik bilgi içerir. Fakat bu uyarlanış felsefenin teorisi bakımından da paha biçilmez bir bilgi hazinesidir. Marx ve Engels’in felsefeye katkısı aynı zamanda doğrudan pratik bilgiyi kapsar; çünkü hem yüzyıllardan beri biriken felsefi bilgi, hem de bu salt teorinin, teorinin pratiğine uyarlanmasından elde edilen teorik bilgi, doğrudan pratikte sınanmaktadır. Bu, doğrudan pratikten, hem teorik hem de pratik bilgi elde edilmektedir. Teorik bilgi, bir taraftan, teorinin doğrudan pratikte sınanmasından (yanılma ve doğrulama üzerinden) elde edilir. Pratik bilgi, henüz gerçekleştirilmemiş bir pratiğin denenmesinden elde edilir. Marx ve Engels, felsefeyi pratiğe uyarlamakla Immanuel Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi’nde açıkça formüle ettiği bir talebi, en teori olan felsefenin sonunda pratik amaçlı olduğuna dair talebi gerçekleştirmişledir –ki tüm Klasik Alman Felsefesi teorinin nasıl pratikleştirilebileceğine dair bir araştırma olarak da okunabilir.

  1. Marx” ve “Engels“in toplumsal sorunları kuramsal halledişine “iki” örnek:

Engels, “Sosyalizmin Ütopiden Bilime Doğru Gelişimi”[7] adlı çalışmasında şöyle der:

“Modern sosyalizm, içerik bakımından öncelikle bir taraftan bugünkü toplumda hâkim olan mülkiyet sahibi olanlar ile mülksüzler, kapitalistler ile ücretli emekçiler arasındaki sınıf karşıtlıklarına, diğer taraftan üretime hâkim olan anarşiye dair görüşün ürünüdür.”

Engels yukarıdaki pasajda modern sosyalizmi, her şeyden önce kapitalist toplumun ekonomik (maddi) yapısal şekillenişinin bir ürünü olarak tanımlamaktadır. Bu nedenle Alman İdeolojisi’nde, sorunların pratik çözülüşü, kelimenin en geniş anlamında bir “gerçek hareket” olarak ele alınır, bir “ide”, bir “ilke” ya da tinin gerçekleştiği bir “ideal durum” olarak değil.[8] Yani, diğer bir deyişle, Marx ve Engels’in, toplum kuramı, bilim ve felsefe tarihinin bir ürünü olarak belirmiştir, kendini üstün ya da biricik ve dâhi olarak gören bazı kişilerinin düşün ve fantezi ürünü olarak değil.

Engels’in, Marx ile beraber geliştirdikleri kendi toplum kuramlarını kapitalist ekonominin şekillenişinin en başta iki yapısal sorununun bir ürünü olarak tanımlamıştır. Engels’in öne çıkardığı iki yapısal sorunun ortaya attığı teorik sorun nedir? İlk sorun, “kapitalistler ile ücretli emekçiler arasındaki sınıf” karşıtlıklarından kaynaklanmaktadır. Buradaki teorik sorun, tabakalaşma sorunudur ve Hegelci klasik bir tabirle ifade edecek olursak, “efendi-köle” ilişkisinden kaynaklanmaktadır. Modern efendi-köle ilişkisi teorik olarak nasıl çözümlenecektir? Konunun felsefi olarak kuramsallaştırılmasının çok uzun bir tarihi vardır. Diğer bir tabirle “efendi-köle diyalektiği”, Marx ve Engels’ten önce, örneğin Aristoteles’te, Leibniz’te, Denis Diderot ve J.-J. Rousseau gibi Fransız ve Adam Smith gibi İskoç Aydınlanmacıları tarafından kuramlaştırılmış ve en son Hegel’in Tinin Fenomenolojisi adlı eserinde en gelişkin ifadesini bulmuştur.

Engels’in kapitalist toplumun ekonomik yapısından kaynaklandığını belirttiği ikinci sorun, üretime hâkim olan anarşiden, yani üretimdeki plansızlıktan ve karmaşadan kaynaklanmaktadır. Planlı ekonomiden Marx ve Engels zorunlu olarak merkezi planlamayı anlamamaktadır. Burada “anarşi” kavramı ile kastedilen, üretimde var olan sayısız üretim birimleri arasında onları birleştiren, birbiriyle uyumlu hale getiren bir ilişkinin olmayışıdır. Yani, diğer bir deyimle, üretimde, üretim birimleri bakımından salt çokluk söz konusudur ve aralarında birlik oluşturabilecek her hangi bir ilişki bulunmamaktadır. Tersine, kapitalist üretimde üretim birimlerinin özel mülkiyet olarak yapılanmış olmaları nedeniyle, her birim diğerini kendisine rakip, yani karşıt ve düşman olarak görür ve böylece kendisini bütünden yalıtır. Burada herkesin herkese karşı savaşı söz konusudur. Bu nedenle de toplumun gereksinimlerini bir bütün olarak gören bir perspektifle üretim yapılamaz. Marx ve Engels’in toplum kuramı böyle bir üretimin mümkün olduğunu ve nasıl mümkün olabileceğini göstermeyi amaçlamaktadır.

Burada söz konusu olan sorun, felsefenin yeni bir temelde yeniden kurulmasına yol açan bir sorundur. Bu, insanın düşüncesinin dünyevileşmesine ve sorunun, felsefe tarihinde “çoklukta birlik” sorunu olarak tanımlanmasına götürmüştür: doğada ve toplumda ilk bakışta görülen çokluğun birliği nasıl kavranmalı ve bu toplumsal ilişkilere nasıl uyarlanmalıdır. Bu soru, son olarak Hegel’in Mantık Bilimi’nde en gelişkin ve kapsamlı ifadesini bulmuştur.

Fark edildiği gibi hem “efendi-köle” diyalektiği hem de “çoklukta-birlik” sorunu, teorik olarak Marx ve Engels’ten önce tartışılmış ve çözülmesi için belli bir olgunluğa kavuşturulmuştur. Uzun felsefe tarihinde her iki sorunun da hangi farklı çözüm denemelerinden sonra Hegel’in felsefesinde en olgun şeklini bulduğunu Marx da Engels de çok iyi biliyordu. Marx ve Engels kapitalist toplum formasyonunda efendi-köle ilişkilerinin ve üretim birimleri arasındaki ilişkilerin eskiye nazaran nasıl şekillendiğine bakarken hâlihazır mevcut kavramlarla bakıyorlardı. Fakat kavramların içeriği artık 18. yüzyılda hüküm süren sınıf ilişkileri ve çatışmaları tarafından belirlenmemektedir. Tersine, kavramların içeriği, 19. yüzyılda tamamıyla yeniden şekillenen sınıf ilişkileri ve çatışmaları (efendi-köle diyalektiği), modern toplumun 19. yüzyılda iyice belirginleşen özsel sorunları ışığında belirlenmektedir.

Çoklukta-birlik” sorunu modern felsefe tarafından nasıl çözülmüştü? Bir özgürlük sorunu olarak “efendi-köle” diyalektiği nasıl çözümlenmişti?

Çoklukta birlik sorunu ta en başından beri felsefenin en temelinde olan bir sorun olduğu gibi, modern felsefenin kurucu babaları olan Descartes ve Hobbes tarafından da modern felsefenin teorik olarak halletmek zorunda olduğu pratik bir sorun olarak belirlenmiştir. Erken dönem Eskiçağ Felsefesi nerdeyse tamamıyla çoklukta birlik sorunun araştırılmasına ve bunun dolayısıyla hareketin nasıl açıklanabileceğine dairdir. Özelikle Spinoza, Leibniz, Kant ve Hegel’in felsefi çabası sonucu, çokluk ve birlik sorununun teorik araştırılması, şeylerin artık aynı zamanda evrensel olanın ve tikel olanın birliği olarak kavranması gerektiği düşüncesini ortaya çıkarmıştır. Varolan her şey kendine hastır, fakat her kendine has olanda aynı zamanda evrensel olan da bulunmaktadır. Aksi takdirde varolanların tikel olarak vücuda gelmesi mümkün olamazdı. Diğer taraftan öz ve görünüş ilişkisinin araştırılması, evrensel olanın kendini tikel olanda dışa vururken, öz ve görünüşün çoğu kez örtüşmediği sonucuna götürmüştür. Marx, öz ve görünüş ilişkisi berrak olsaydı, bilime gerek kalmazdı, belirlemesini yaparken bilimsel ve felsefi araştırmaların ulaştığı bu sonuca dayanıyordu. Bu felsefi ön bilgiyle Engels, kapitalist toplumda varolan üretim birimlerinin birbiriyle olan ilişkisinin şekillenişine bakarak, üretime “anarşi” hâkimdir, demiştir. Zira üretimin asıl amacı, gereksinimlerin giderilmesidir. Fakat kapitalist toplumda üretim birimlerinin hesabı kâr ilkesi üzerine kuruldur ki, bu, hepsinin birbiriyle özsel olarak ilişkilenmesi yerine, birbirini dışlamasına yol açmaktadır. O halde, kapitalist toplumda üretim birimlerine sadece çokluk ilkesi hâkimdir, birlik dışlanmaktadır, ötekileştirilmektedir, bastırılmaktadır. Felsefi bakımdan böbürlenen “özcülük” eleştirileri tamamıyla bu çoğulcu mantık çerçevesinde iş görmektedir. Bu nedenle gereksinime dayalı yeni bir üretim tarzının, çoklukta-birlik diyalektiği üzerine kurulması kaçınılmaz bir gerekliliktir. Böylelikle üretken etkinliğin özünü oluşturan, gereksinim için üretim etkinliği de özü itibarıyla kavranmış olur.

Peki, yeni bir üretim ilkesine dayalı yeni bir toplumu kim kuracak?

Bu sorunun teorik yanıtı, efendi-köle ilişkisinin felsefi çözümlemesinde verilmiştir. Efendi-köle diyalektiğinin felsefi açıdan araştırılması, sorunu bir özgürlük sorunu olarak tanımlamıştır. Efendi ile köle arasındaki tahakküm ve kölelik ilişkisi, özgürlerin, eşitlerin ve birbirini kendisin diğeri olarak tanıyanların ilişkisine nasıl dönüştürülebilir? Söz konusu efendi-köle girdabından çıkıp özgürlüğe giden yolda kim taşıyıcı özne olacaktır, efendi mi yoksa köle mi? Felsefi araştırmanın bu sorulara verdiği yanıt hakkından yeterince bilgi sahibi olmayanlar, araştırmanın sonucunu tutarlı bir şekilde sahiplenemeyenler veya araştırmanın sonucunu kabul etmeyenler, genellikle görünüşe bakıp güçlü olanın, efendi olduğu ve dolayısıyla köleyi özgürlüğe ancak efendinin götürebileceği kanısına varırlar. Bu nedenle efendiye, köleye acımasını salık verirler ve onu özgürleştirmesi için ahlaki çağırılarda bulunurlar. Örneğin Marx ile Proudhon arasında çatışmaya neden olan temel sorunlardan birisi budur.

Modern felsefede bu konuda yapılan felsefi araştırmanın sonucu nedir? Efendi-köle ilişkisinde hâkim olan efendi olduğu için, bakış açısı kendi tahakkümü ile sınırlıdır. Bu nedenle efendinin bir özgürlük perspektifine sahip olması mümkün değildir. Onun bilinci ve bakışı zorunlu olarak tahakkümcü bir bakıştır. Buna karşın köle, içinde bulunduğu nesnel durumu gereği ilkesel olarak  bir özgürlük perspektifine sahip olabilir. Fakat kölenin de bilmesi gereken bir şey vardır. O da şudur: Köle, özgürlük perspektifini kendisini efendinin yerine geçirmek ile sınırlarsa, bu durumda efendi-köle ilişkileri girdabında kendisini sadece efendinin yerine geçirmiş olacaktır. Efendi ise köleleştirilmiş olacaktır. Bu elbette bir özgürlük durumunun tesisi anlamına gelmemektedir. Oysa felsefi araştırma, efendi olan kölenin uzun erimli olarak efendiyi de özgürleştirebildiği oranda özgür olabileceğini tespit etmiştir. Efendi-köle ilişkisine temel oluşturan çelişki kuramı bunu öngörmektedir.


KAYNAKÇA


[1] R. Descartes, Felsefenin İlkeleri, çev. Mesut Akın, Say Yayınları, İstanbul, 2008, s. 33.

[2] R. Descartes, Felsefenin İlkeleri, s. 33.

[3] R. Descartes, Felsefenin İlkeleri, s. 32.

[4] R. Descartes, Felsefenin İlkeleri, s. 32.

[5] K. Marx ve F. Engels, Alman İdeolojisi, çev. Tonguç Ok ve Olcay Geridönmez, Evrensel Basın Yayın, İstanbul, 2103, s. 17.

[6] Onbirinci Feuerbach Tezi ile Marx’ın felsefeyi yadsıdığı ve yıkmak istediği iddiası son derece yaygındır. Bunun böyle olmadığını, iddianın 20. yüzyılda en etkili temsilcilerinden olan Martin Heidegger bağlamında göstermeye çalıştım (bkz: https://dogangocmen.files.wordpress.com/2013/05/alman-ideolojisi-c3bczerine-sc3b6ylec59fi2.pdf).

[7] Engels’in, Türkiye’de daha çok “Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm” adı ile bilinen broşürün asıl adı “Sosyalizmin Ütopiden Bilime Gelişimi”dir. Broşür, Engels’in Anti-Dühring adlı eserinin “Sosyalizm” bölümünün Fransızca çevirisi sırasında oluşmuştur. Marx’ın damadı Paul Lafarque tarafından Fransızca yayıma hazırlanan broşür, yayımlanmadan önce Engels tarafından yeniden gözden geçirilmiştir. Broşüre “Sosyalizmin Ütopiden Bilime Gelişimi” başlığını, Lafarque vermiştir. Engels (ve Marx tarafından) başlığa itiraz edilmemiştir.

[8] K. Marx ve F. Engels, Alman İdeolojisi, s. 43.


NOT: 

Bu makale, ilk olarak Evrensel Kültür dergisinde (no: 266, yıl: 2014, syf: 25-30.) yayımlanmıştır. 

Sosyal Medyada Paylaşın:

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?

  • YENİ
  • YORUM
Yazarlar tarafından sitede yayınlanan tüm yazılar, resimler ve videolar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir.