• DOLAR
  • EURO
  • ALTIN
  • BIST
Prof. Dr. Doğan GÖÇMEN
Prof. Dr. Doğan  GÖÇMEN
dogan.gocmen@deu.edu.tr
Virüs Krizine Felsefe ile Bakmak: “Salgının Ortaya Çıkardığı Çelişkiler, Çürümeler, Potansiyeller”
  • 0
  • 348
  • 12 Nisan 2020 Pazar
  • 1 Puan2 Puan3 Puan4 Puan5 Puan
  • +
  • -

İzmir Dokuz Eylül Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğan Göçmen, dünyanın yaşadığı yeni tip koronavirüs (Covid-19) krizini felsefi arka planını değerlendirdi.

“Dünya, koronavirüs salgını nedeniyle “katı olan her şeyin buharlaştığı” tarihi bir uğrakta bulunuyor. İnsanoğlu, geçmişte yaşadıklarını tekrar yaşayacakmış gibi düşünür. Bu nedenle aşina olmadığı olayları, aşina olduklarına indirger. Böylece, olup-biteni eskiye referansla anlamaya ve açıklamaya çalışır. Bu indirgeme, yeni olanın bize kendisini açmasının önündeki en büyük insani engeldir” diye konuşan Prof. Göçmen, insanlığın karşı karşıya bulunduğu bu tablo karşısında kuşatıcı tespitlerde bulunarak konuşmasını şöyle sürdürdü:

Ünlü siyaset teorisyeni Hannah Arendt’in, “İnsanlık Durumu” adlı önemli yapıtında da dile getirildiği gibi zihin yeni olana karşı eskiye, deneyimlediğine yönelir. Bu çerçevede, virüs krizi bağlamında yaşananları ve yaşanması olası olanı ezberlerden, klişelerden, geçmişin yükünden kurtarıp yeninin hakkını verecek biçimde zihinsel bir süreçten geçirerek düşünebilmek büyük önem taşıyor. Gözün görmesi için bazen kulakların yüksek sese maruz kalması gerekebilirMartin Heidegger, 1951 ve 1952 yıllarında Freiburg Üniversitesi’nde sunduğu takrirlerinden derlenen “Düşünmek Ne Demektir?” adlı kitabında, “Düşündürücü çağımızın daha da düşündürücü olan yanı bizim hiç düşünmüyor oluşumuz.” diyor…

Habertürk‘ten Olcay Aydilek, Prof. Dr. Doğan Göçmen ile Heidegger’in vurgusunu ve uyarısını dikkate alarak, “trabzansız düşünmek” için bir yolculuk yaptı ve “Virüs Krizine Felsefe ile Bakmak; Salgının Ortaya Çıkardığı Çelişkiler, Çürümeler, Potansiyeller” başlığı ile (bir bakıma virüs) söyleşisi gerçekleştirdi.

İşte Prof. Dr. Doğan Göçmen‘in Habertürk’ten Olcay Aydilek‘in sorularına verdiği yanıtlar:

Salgınlar, dünya tarihine değişik dönemlerde iz bıraktı ve geride büyük yıkımlara neden oldu. İsterseniz buradan “kara ölüm” ile başlayalım.

“Şimdi neredeyse aniden büyük bir salgın orduya baştan sona ölüm getirdi…” Giovanni Boccaccio’dan aktardığım bu cümle, tarihte dönemi bizzat yaşamış insanlar tarafından “büyük ölüm”, daha sonra “kara ölüm” olarak adlandırılması tercih edilen büyük veba salgınının yaşandığı 1340-1351 döneminin “Decameron” adlı eserine durumun yansıma biçimidir. Vebadan ölen askerlerin cesetlerinin kuşatılmış olan kentin içine mancınıkla atılmasıyla bütün Avrupa’ya yayılmış ve 200 milyona varan insanın hayatına mal olmuştur. Umarız mevcut korona virüsünün laboratuvarda üretildiğine dair söylentilerin ve dedikoduların gerçek olmadığı ortaya çıkar.

Bu salgının, yaşam tarzları üzerindeki etkisi nedir?

Virüs salgını, sürdürmüş olduğumuz yaşam tarzını tüm temelleriyle ve değerleriyle, düşüncesizce para, pul, kâr ve mülkiyet peşinde koşuşmanın belirgin bir şekilde hâkim olan yaşam tarzımızı topyekûn sorgulanmasını beraberinde getirmiştir. Zira salgına ilişkin uluslararası resmi belgeler, düzenlenen raporlar ve tartışmalar en az 10 yıllık bir tarihe sahip olmasına karşın salgın engellenememiştir. Gerekli önlemler sorumlular tarafından zamanında alınmadığı için, salgının insan yaşamı için son derece yıkıcı sonucu çok daha ağır olmuştur. Aynı şekilde salgına karşı harekete geçen dünya sağlık sisteminin çabalarının çoğu birçok bakımdan kaçınılmaz olarak fiyasko ile sonuçlanmıştır.

Nasıl?

Mevcut sağlık sistemi ne teker teker ülkelerde ne de dünya çapında ciddi anlamda sağlık üretiyor. Var olan sağlık sistemi hastalığı engellemek ya da önlemek ilkesi üzerine değil, tersine daha çok hastalığa karşı ilaç kullanarak ‘mücadele’ etme üzerine kurulmuştur. Dünya sağlık sistemi ilaç sanayisini ve piyasasını yeniden yaratmak ve sürdürmek üzerine kurulmuştur. Oysa sağlık sisteminin, hastalığı daha çıkmadan önlemesi, yaşam sağlıklıyken hastalığa karşı koruması gerekir. Fakat görüldüğü gibi mevcut sağlık sistemi hastalığın oluşmasına müsaade ediyor ve ilaç ile sağlığı yeniden tesis etmeye çalışıyor. Böylece hastalık giderek kronikleşebiliyor. Sistem sıkça sağlığı yeniden sağlayamıyor, sadece ilaç satmakla yetiniyor. Böylece ilaç piyasasını canlı tutmaktan başka bir şey yapmıyor.

Sistem, hastalıklara karşı hazırlıklı değil mi?

Dünya sağlık sisteminin ilkesel olarak hastalığı önlemek üzerine değil de, daha çok oluşan hastalığı tedavi ederek sağlığı mümkünse yeniden sağlamak üzerine kurulu olması, sistemin insan yaşamının temeline saldıran hastalıklara karşı hazırlıklı olmadığını göstermiştir. 21. yüzyıl insanlığının göz kamaştırıcı maddi zenginliğine rağmen onun varlığını ilgilendiren sorulara ve sorunlara yönelik kalıcı düzenlemelerin son derece yetersiz ve kırılgan olduğu ortaya çıkmıştır. İnsanlık, karşı karşıya geldiği var olma sorunları karşısında şimdiye kadar oluşturulmuş olan modern sistemin, hemen her bakımdan yetersiz olduğunu, insanlığı bir bütün olarak bilinçli, özgüveni olan, doğal, toplumsal ve değerlerini ilgilendiren koşullarına hâkim olan egemen bir özne olmadığını açıkça görmüştür. İnsanlık, Thomas Hobbes’un 17. yüzyılda işaret ettiği ve kalıcı bir şekilde çözülmesini talep ettiği var olma sorunlarını bugüne kadar tüm felsefi, bilimsel ve teknolojik gelişmelere ve deneyimlere rağmen çözememiştir.

Bu salgın, herkesi kendi özel alanına çekti ve yalnızlaştırdı öyle değil mi?

Neredeyse dünya çapında daha düne kadar çekilmez curcunayla boğuşan kentlerimiz birer terk edilmiş ölü kentlere dönüştü. İnsanlık “salgın” dolayısıyla alışmış olduğu düşüncesizce koşuşturmadan, didişmeden, rekabetten, hırstan ibaret olan normalliğinin dışına çıktı. Herkes kendi özel alanına çekildi ve kendi aile ortamında kendi bireyselliğinde, içinde kendisinin de bulunduğu insanlığın 21. yüzyılda var olma tarzı üzerine toplumsal bir sorgulama durumuna itildi. Bu durumda gelecek tellallığı yapmak, “salgından sonra dünya şöyle veya böyle olacaktır” demek yerine durumun ortaya çıkardığı, yaşamın sakinleşmesinin ve insanlığın 4’te 3’ünün evinde karantinaya çekilmesinin açığa çıkardığı ve gerçekleşmesi mümkün olan potansiyellerin neler olduğuna dikkat çekmek gerekir.

Nedir bunlar?

Epidemik tehlike durumu doğal olarak ‘olmak ya da olmamak’ durumudur. İnsanın olmak ya da olmamak durumunda ilk öğrendiği şeylerden birisi, kardeşliğin sadece kan bağına, aynı anadan ve babadan olmaya değil, aynı ulusa veya topluma ait olmaya değil, aynı türe ait olma duygusuna dayandığını öğrenmesidir. Çok farklı ülke ve kültürlerden sürüklenip Nazi kamplarında çalıştırılan insanların aralarında geliştirdikleri dayanışma duygularını düşünelim bir an.

Kan bağı açısından en yakınınız olan birisini kurtaramayacağınıza kanaat getirdiğiniz an onu bırakıp, kurtarabileceğinize inandığınız belki de hiç tanımadığınız birisinin yardımına koşabilirsiniz. Bu radikal karar durumu insanın gerçek anlamda bir olmak ya da olmamak durumunda bulunduğunun en iyi belirtisidir, çünkü yaşamın kendisi, hayatta kalmanın kendisi bir şans eserine, rastlantıya dönüşmüştür.

Bu durum, doğal affet ve felaketlerde de olduğu gibi doğanın insanın özne olma halinin en radikal biçimde ‘sorguladığı’, insanın özgürlüğüne en acımasız bir şekilde ‘saldırıldığı’ durumdur.

İnsan, insanı insan olarak bu dönemlerde keşfeder ve kendisine insan olarak bakar. Bu bakışın yakalanması aynı zamanda tarihte, Rönesans’tan öğrendiğimize göre radikal bir dönüşün gerekliliğine de işaret etmektedir.

İnsan, bu dönemde kendisiyle daha çok hesaplaşır mı?

Salgın dönemleri, çapına ve derinliğine bağlı olarak, insanın insan olarak, insanlığın insanlık olarak kendisiyle hesaplaştığı dönemlerdir. Olmak ya da olmamak hali bunu şart koşar. Hesaplaşma yalnız mevcut durumda, yakın tarihte ve çağda olan edimlerle değil, yalnızca bireysel edim ve ereklerle değil sadece tüm insanlığın tüm çağlarının edimleriyle ve erekleriyle de ilgili değildir. İnsanlığın kendi kendisiyle, bütün durumu ve haliyle, tüm edimleriyle ve erekleriyle hesaplaşması, insanlığın geleceğinin tarihinde sergileyeceği edimlerle de ilgilidir.

Bugün bütün insanlık çapında ağır bir “pandemi” döneminin içinden geçiyoruz. Pandemi dönemi, bir ‘olmak ya da olmamak’ dönemidir. Bu türden durumlarda, yani ‘olmak ya da olmamak’ durumunda, insanlık, doğal olarak, içinde bulunduğu durum ile hesaplaşmasını radikal bir şekilde yapmak zorunda kalır. İnsanlığın içinde bulunduğu mevcut durumu ile yani içinde bulunduğu mevcut haliyle, geçmişiyle, geleceğiyle ve tüm ilişkilenme biçimleriyle hesaplaşmak zorunda kalır. Ve tabii bu durumda kaçınılmaz olarak yaşamının şimdiye kadar olan kendi ‘normalliğinde’ almış olduğu yönünü de sorgulamak, yaşamın gidişatına yeni bir yön vermek isteyip istemediği üzerine de düşünmek zorunda kalır insanlar. Tüm ilişkilerini, doğayla ilişkisini, diğer canlılar ile ilişkilenme tarzını, toplumsal ilişkilenme biçimlerini, hepsini bir bütün olarak sorgulama eğilimi gösterir.

İçinde bulunduğumuz bu “normal dışı” durumun öne çıkardıkları neler?

İçinde bulunduğumuz ‘normalliğin’ dışına çıktığımız mevcut durumda, yani aslında yavaşlamış yaşam temposuyla normalleşmeye başladığımız bu durumda yapılması gereken en önemli şeylerden birisi, kendimizi ve başkalarının yaşamını koruma çabamızın yanında insanlığın yaşam tarzını, var olma halini ve dolayısıyla yaşamın anlamını sorgulamaktır. Öyleyse tefekkür ve teakkul (aklı kullanarak), tefekkür ve yaşamın anlamına dair yine tefekkür ve teakkul.

İnsanlığın içinden geçtiği bugünkü süreç, bu pandemi durumu insanlığa varlık sorusunu mümkün en radikal bir şekilde sordurmuştur. Varlık sorusunu radikal bir şekilde sormak zorunda kalmak, acil durum frenini, büyük tehlike frenini, hatta imdat frenini çekmek zorunda olduğunu göstermektedir. Uçuruma yuvarlanmadan önce yapılabilecek son şey budur.

İnsanlık, bu yaşamsal soruyla daha önce de bu denli yakıcı biçimde karşı karşıya kaldı mı?

İnsanlık bu soruyla bu radikallikte tarihinde belki ikinci defa karşılaşmaktadır. Büyük buzul çağında tüm dünyada yalnızca 250 bin insanın kaldığını, insan soyunun bir anda yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını okuyunca insanın bütün vücudu tir tir titriyor ve içi bir an buza kesiyor. “Soyumuz kurumuş olabilirdi!”, ilk aklımıza gelen düşünce budur. Sonra o ölüm kalım mücadelesini vermiş olan analarımıza ve atalarımıza karşı şükranlık duygusu. Ne olurdu insan soyu kurumuş olsaydı? İnsan bunu düşünmeye bile cesaret edemiyor.

Bu virüs salgını, bugün 21. yüzyılın insanını olduğu gibi 12 bin yıl önce sona erdiği tahmin edilen buzul çağının Homo Sapiens’ini de ölüm-kalım sorusuyla karşı karşıya getirmiştir. Bir farkla. Bugün birçok doğa romantiği tarafından dile getirildiği gibi, insanlığın geride bırakmış olduğu uygarlık tarihi basit bir şekilde bir yanlışlar, hatalar ve felaketler tarihi, olmuş olmaması gereken bir tarih değildir. Bu tarih olmuştur. Buzul çağında birçok başka hayvan soyunu sürdürmeyi başaramamıştır. Bu çağın Homo Sapiens’i hayatta kalmayı, conatus (Spinoza’nın yaşamda kalma) ilkesinin gereğini yerine getirerek soyunu sürdürmeyi başarmıştır. Ne yapmalıydı Homo Sapiens? Yaşamını muhafaza etmemeli miydi? Tüm sıkıntılara karşın dünyanın nasıl iyileştirilebileceği, dünyanın geleceğinin nasıl korunabileceği gibi konularda kaygılanan tek varlık yine de insandır.

Homo Sapiens diğer deyişle “akıllı insan” o zaman da soyunun sürmesini bilinçli olarak istedi mi?

Buzul çağının Homo Sapiens’i bugün bizim yaptığımız gibi bilinçli bir şekilde “soyum sürmeli midir?” sorusunu sormadı. O, sadece yaşamaya, var olmaya çalıştı. Ve aslında bugün korona salgını ile karşı karşıya kalan insanlık da bu soruyu açıkça tartışıp yanıtlayarak kendisini karantinaya almamıştır. Bugünün insanı da spontane karar verip, varlığını sürdürmek için önlemini almaya çalışmıştır. Fakat buzul çağının Homo Sapiens’i vermiş olduğu ölüm-kalım savaşıyla soyunu sürdürme sorusuna, bugün bizim de yaptığımız gibi spontane de olsa yanıt verdiğini bilmiyordu. Bugün biz bunu biliyoruz ve insanlık çapında ilk defa sergilemiş olduğumuz ortak tutum ancak bu bağlamda bir anlam ifade etmektedir. İnsanlık bir bütün olarak artık kendi kaderini kendi eline alma konusunda olgunlaşmaya başlamıştır.

Bu ne sonuç doğurdu?

Bu, insanlığın dünya çapında kendi kendisini örgütlemesi konusunda yeni modeller geliştirmek zorunda olduğunu göstermiştir. 16. yüzyılın başlarından beri yavaş yavaş oluşan modern toplumun ulusal egemenlik ilkesine dayalı ulus devlet merkezli kurumlarının artık insanlığın sorunlarına çözüm üretemediği, tersine çözüm üretmenin önünde çoktan beri engel oluşturmaya başladığını göstermektedir.

Bu durum insanı doğal olarak artık insanlık düzeyinde düşünmeye zorluyor. Dünya çapında tüm insanlığın ortak bir amaç uğruna ortak davranıyor olması insanlık tarihinde bir ilktir. Felsefe tarihinden, örneğin Aristoteles’ten Metafizik adlı eserinde öğrendiğimize göre, insanın insan olarak özgürleşmesinin koşulu, teker teker her bir insanın kendi sınırlılığında ve sonluluğunda kendisini sonsuzlukta düşünebilmesidir. Bunun koşulu, Adam Smith’in Ahlaki Duygular Kuramı adlı eserinde kullandığı bir kavram ile belirtecek olursak, “büyük insanlık toplumu”nun en ücra köşelerinin bile birbiriyle ekonomik olarak ilişkilenmesidir. Bu, tüm insanlığın kaderini birleştirecektir. Modern toplumla birlikte bu gerçekleşmiştir.

Bu tek başına yeterli midir?

Tek başına yeterli değildir. İnsan, birey olarak sonlu ve sınırlı bir varlıktır. Fakat insanın kendisini özgür bir varlık olarak kavrayabilmesi için kendisini insanlık düzeyinde düşünebilmesi gerekmektedir. İnsana kendisini insanlık düzeyinde düşünme kapasitesi veren insanının soyutlama gücüdür, filozofun gözüyle bakabilme ve felsefenin kavramlarıyla düşünebilme yetisidir. Bu yetimiz postmodern saldırının ana hedeflerinden birisini oluşturmuştur. Bugün ‘olmak ya da olmamak’ sorusunu hak ettiği en iyi şekilde sorabilmesi ve kendisini özgür bir varlık olarak kavrayabilmesi için ihtiyaç duyduğu en vazgeçilmez yetisidir. Zira insanı sonsuzlaştıran onun kendisini düşünsel olarak kendi türü çapında ve bütünlüğünde düşünebilmesidir. Bu ne anlama gelmektedir? Bunun ne anlama geldiğini Hegel’e dönerek açıklamak mümkündür.

Ne diyor Hegel?

Bugün insanlık tehlike, aciliyet ve yoksunluk, kısacası içinde bulunduğumuz istisnai durumda, ölüm-kalım meselesi ile karşı karşıya kalındığı durumda koşulların dayatması ile insanlık düzeyinde düşünmek zorunda kalmıştır. Fakat Hegel’e göre tam da bu zorunluluk durumunda yapılanın, normal koşullarda gönüllü olarak yapılabildiği oranda, insan iradesiyle de soyutlama gücüne başvurarak insanlık düzeyinde düşünebildiği oranda özgür olabilecektir. Hegel, burada söz konusu olan soyutlama gücüyle ulaştığımız soyutluğa, bize bütünü görme olanağı sunduğu için “somutu görmek” diyor. Buna karşın soyut düşünce her şeyi birbirinden yalıtarak düşünmek anlamına gelmektedir. Buna karşın Hegelci anlamda somutu düşünmek, her şeyi tüm kendi ilişkilerinin zengin bütünlüğünde görebilmek anlamına gelmektedir.

Bu bakımdan gönüllü soyutlama gücümüz ile ulaştığımız düşünme seviyesi aile, mahalle, kent, bölge, ülke, ulus, kıta; kuzey veya güney, doğu veya batı; Asya veya Afrika, Avrupa veya Amerika veya Avustralya gibi tümellikler değil de ‘bütün insanlık’, büyük insanlık toplumu olabildiği oranda özgür olabiliriz. Zira az önce işaret ettiğim gibi Aristoteles’e göre özgür düşünebilmenin önkoşulu bu bağlamda sonsuzu düşünebilmek ve düşüncede sonsuz olabilmektir. Bu ise Hegel’e göre ancak insanın kendisini kendi türüyle özdeşleştirebildiği oranda mümkün olabilmektedir.

Bu anlamda insanın sınırları nelerdir?

İnsanın doğal bir varlık olarak bireysel fiziksel sınırlılığı onun bedensel olarak var olma koşuludur. Fakat insanın var olma koşulu olarak doğanın kendisine koyduğu sınır aynı zamanda onun özgür olmasını engelleyen sınırdır. Zira Aristoteles’e göre sınırlı olan özgür olamaz. Öyleyse özgürlük kavramı zorunlu olarak sonsuzluk kavramını içermektedir. Descartes’ın “Tanrı” kavramından vazgeçemeyiz demesinin nedeni öncelikle budur. Zira insanlık tarihinin yaratmış olduğu “Tanrı” kavramı temelde olan olarak sonsuzluğu temsil etmektedir.

Bilebildiğim kadarıyla ilk defa Aristoteles’in işaret ettiği bu soruna ilk büyük yanıt denemesi Epiküros tarafından sunulmuştur. Epiküros, Herodotos’a Mektup’ta doğada bir sınırlı olanı kabul etmek, sınırlı olanın ötesinde başka bir sınırlı olanın olduğunu da kabul etmek anlamına geldiğine işaret etmiştir. Epiküros bununla iki şeyi birden temellendiriyordu. Birincisi; evrenin sınırlılığını kabul etmek, evrenin öbür tarafında başka bir evrenin varlığını kabul etmek zorunda kalmak anlamına gelecektir ki, bu, mantıksal olarak mümkün değildir. Bu nedenle evren tektir ve sınırsızdır ve sonsuzdur. O halde, evren kendi kendisini hareket ettirmektedir. Evrenin bunun için aşkın bir güce ihtiyacı bulunmamaktadır. Zira, 20. yüzyılın başlarında Ludwig Wittgenstein’ın da haklı olarak ileri sürdüğü gibi, evrenin içinde olan birisi olarak evrenin dışına veya evrenin öbür tarafına dair iddialar ileri sürmek mantığın yasalarına sadık kalındığı sürece mümkün değildir. İkincisi, evrende sınırlı bir varolanın varlığını kabul etmek, onun öbür tarafında başka bir sınırlı varolanın varlığını kabul etmeyi mantıken zorunlu kılıyorsa, bu aslında aynı zamanda varolanların kendi sınırlarını ancak diğer sınırlı olan tarafından aşabileceğidir.

Hegel’in Aristoteles’ten beri süregelen bu tartışmaya özgün katkısı doğal sınırlılığın, özgür olmama durumunun kendisinde özgür olmanın, sınırlılığı aşmanın koşulunun da olduğunu göstermiş olmasıdır. Hegel’e göre, insanın var olmasının koşulu olan sınırlılığının aşılması, diğer-ben merkezli ve diğer-ben dolayısıyla düşünmek ile mümkün olabilmektedir. Zira her bir insan diğerinde devam etmektedir. Hegel’in bu düşünümü onun insanda pratik olarak eylerken ‘kavramsal düşünme’ kapasitesi olarak tanımladığı ve akıl tarafından temellendirilmiş olan “Geist” kavramında ifadesini bulmaktadır.

Kavramla düşünmek diyebiliriz değil mi?

Kavramla düşünmek, ‘genel olan soyutluk’ seviyesinde düşünmek demektir ki bu, işaret ettiğim gibi yalıtılmış olan anlamında “soyut” düşünmek anlamına gelmemektedir. Hegel’e göre, genel olan soyutluk seviyesinde düşünmek demek, somut düşünmek demektir, çünkü diğer-ben merkezli ve diğer-ben dolayımlı düşünmek demek, ilişkisel düşünmek demektir. İlişkisel düşünmek demek ise bütünü (genel olan soyutluğu) ilişkilerin bütünlüğü olarak kurgulayabilmek demektir. Ancak bu durumda ilişkisel bütünlüğü oluşturanların her bir kişinin ilişkisel bütünlüğünü kendisi açısından bütünün temsili ve bütünlüğü olarak almak mümkün olacaktır.

İşte, ilişkisel bütünlüğü oluşturanların her birinin bu anlamda ilişkisel bütünlüğün ‘kendi-aslında ve kendi-için’ bütünlük olarak kurgulayabilmesi onların her birinin aynı zamanda kendisini özgür olarak kurgulayabilmenin koşuludur. Zira ancak bu durumda sonluluğu sonsuzluk olarak kavrayabilmek mümkün olacaktır. Hegel’in, Aristoteles’in bir özgürlük sorunu olarak belirlediği ve teorik olarak halledilmesi ve pratik olarak gerçekleşme koşullarının oluşturulması gereken soruna teorik felsefesi çerçevesinde verdiği yanıt budur.

Modern felsefenin kurucularından olan ve modern toplum ve devlet kuramını temellendiren Thomas Hobbes, örneğin en çok bilinen Levithan adlı eserinde ‘yeryüzünde en büyük güç, insanının gücüdür’ demiştir. Yeryüzünün egemeni ve öznesi insandır, insanlıktır. “Leviathan” olarak adlandırdığı bu güç, kendi içinde güçlerini iyi bir şekilde örgütleyebildiği oranda yaşamı mümkün kılabilir, yaşamı muhafaza edebilir ve yaşamı iyileştirebilir. Bu güç, kendi içinde güçlerini iyi örgütleyemezse, özne olma yetisini, yani koşullarına ve kendine hâkim olma yetisini yitirir ve bunun sonucu olarak kendi içinde kendini yemeye, yani yaşamı yok etmeye başlar. İşte, Hobbes bu durumu “herkesin herkese karşı savaşı” olarak tanımlamıştır. Bu durum John Locke’un İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Deneme’de verdiği bir benzetmeyle de betimlenebilir. Köprünün üzerinden geçerken çöktüğü için uçurumun derinliklerine düşen insan özne olma yetisini yitirmiştir. İnsan, köprüyü kullanıp uçurumun bir tarafından diğer tarafına geçebildiği oranda öznedir, çünkü hem doğal hem de kendi öznel güçlerine hâkim olabilmiş, tüm güçlerini ereğini gerçekleştirmek üzere harekete geçirip istediği yöne doğru yönlendirmiştir. Yıkılan köprüden uçurumun derinliklerine düşen insan hiçbir şeye hâkim değildir, hiçbir şekilde egemen değildir.

Bu anlamda virüs krizi bize neyi gösterdi?

Virüs krizi, Aydınlanmacılığın, son yıllarda çok eleştirilen, insanın doğal güçlere hâkim olmak zorunda olduğuna dair talebinin yerinde ve doğru olduğunu göstermiştir. İnsanın sadece doğal güçlere değil, toplumsal ve zihinsel güçlerine de hâkim olması gerekir. Onun özne olmasının koşulu budur. Virüs krizinin ilk günlerinde marketlerde insanların sergilediği “alışveriş” davranışlarına dair gözlenen durum, Hobbes’un işaret ettiği savaş durumunun bir ifadesidir. Market yöneticileri almış oldukları önlemlerle bu davranışların insan yaşamı için yıkıcı olmasını önlemiştir. Fakat son günlerde ve haftalarda insanlığın iç örgütlenmesine dair ortaya çıkan yaşamsal öneme sahip zaaflar, Hobbes’un tüm modern çağ için talep ettiği insanlık halini, yani spontane veya kendiliğinden oluşmuş olan “doğa durumunu” (state of nature) insanlığı kendi doğal ve toplumsal koşullarına her bakımdan hâkim olan özne kılmak üzere doğanın veya aklın yasalarına göre değiştirme talebini akla getirmiştir. Bu aslında tüm Aydınlanmacı hareketin idealini veya ütopyasının hatırlanması ve yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini gösteriyor.

Nedir o?

Aydınlanmacı felsefenin kanımca şimdiye kadar yeterince algılanmamış olan, algılanmış olsa bile yeterince anlaşılmamış olan bir yanı üzerine yeniden düşünülmesi gerektiğini göstermiştir. Bu, Jürgen Habermas’ın Aydınlanmacı projenin henüz “tamamlanmamış” boyutu olarak işaret ettiği ideali veya ütopyası ile ilgilidir. Habermas, bilindiği üzere, bir “toplumsal formasyon” (Marx) çağı olarak modernliğe ve Aydınlanmacı felsefeye yönelik tek yanlı yıkıcı postmodernist eleştiriye karşı modernliği henüz tamamlanmamış bir “proje” olarak sunmuştur.

Habermas, Aydınlanmacı dünya ve toplum tasarımı ile modernliğin ortaya çıkardığı sistematik toplumsal ilişkiler bütünlüğü arasında ayrım yapmaz. Fakat onun modernliğin çözemediği “uzmanlaşma” ve “tabakalaşma” sorunu ve “tamamlanmamış proje” arasında yapmış olduğu ayrım, aslında bir yandan modernliğin tüketmiş olduğu gelişim potansiyellerine işaret ederken diğer yandan Aydınlanmacı felsefenin henüz gerçekleşmemiş olan idealleri arasındaki “mesafeye” dikkat çeker.

Aydınlanma denilince Kant’ı da unutmamak gerekir…

Bu bakımdan, eğer böyle bir mesafenin varlığından hareket edebilirsek, Kant’ın çağını betimlerken aydınlanmanın başladığı, fakat henüz aydınlanmış bir çağ olmadığını belirttiğini hatırlarsak, böyle bir önkabulden hareket edebiliriz, bu durumda Aydınlanmacı felsefe ile kendi dinamiğine sahip çelişki dolu toplumsal süreçler sonucu oluşmuş modern toplumu basit bir şekilde eş anlamda alınamayacağını ileri sürebiliriz. Bu anlamda modernliğe tamamlanmış proje olarak işaret etmemiz mümkün olacaktır.

Fakat bu durumda Aydınlanmacılığın idealinin veya ütopyasının ne olduğunu, onu modernliğin ötesine taşıyan yanının ne olduğunu tartışmak gerekecektir. İşte, tam da bugün içinde bulunduğumuz durumda Aydınlanmacılığın dikkat çektiğim ütopyacı boyutu son derece güncel bir anlam kazanmıştır. Söz konusu ideal tüm bilimsel bilginin, bilimlerin ve felsefenin kavramlarının genel mülkiyete dönüşmesi gerektiği ile ilgilidir.

Fichte tüm bilimsel ve felsefi bilginin bir tabakanın özel mülkiyeti olmaktan çıkarılıp tüm toplumun ortak malına dönüşeceği çağa özel bir isim bile vermiştir. Aklın durumu bakımından modernliğe denk gelen çağı “aklın bilimi” çağı olarak tanımlarken, gelecekte modernliğin ötesinde kurulacak olan çağı “aklın sanatı” çağı olarak tanımlamaktadır. Aklın bilimi çağında akıl, yani tüm bilimsel ve felsefi bilgi yalnızca uzmanların uğraşıyken, öngörülen ve gelecekte modernliğin ötesinde gerçekleşecek olan çağ olan “aklın sanatı” çağında tüm bilimsel ve felsefi bilgi tüm insanlığın ortak mülkiyeti olmalıdır. Hegel, bunu “Bilim herkesin mülkiyeti olmalıdır” diye kategorik bir talebe dönüştürmüştür.

Virüs, bunu gösterdi mi?

Korona ve sağlık krizi ile bilimsel bilginin hayatımızı nasıl düzenlediğini, günlük hayatımıza kadar nasıl nüfuz ettiğini görmüş olduk. Daha bir iki gün öncesine kadar virüsün ne olduğunu bilmeyenler bile tıp biliminin tüm sorunlarıyla karşı karşıya kaldı. Bu, Fichte’nin açıkça formüle ettiği, fakat Descartes ve Hobbes’tan beri peşinden koşulan idealin bugün ne kadar çok güncel ve acilen gerçekleştirilmek üzere beklediğini göstermektedir. Bu son çağda tüm “insanlık yeryüzünde” ilişkilerini özgürlüğe dayalı olarak tesis etmiş olacaktır. Korona krizi Aydınlanmacılığın bu idealinin artık bir ideal değil gerçekleştirilmeyi bekleyen muhakkak mümkün bir talep olduğunu göstermiştir.

Hegel insanlar arasında ilişkilerin karşılıklı saygı, aşk ve sevgiye dayanabilmesi için insanın doğayla kurduğu özel mülkiyetçi anlayışı ilkesel olarak sorgulaması gerektiğine dikkat çekmiştir. Zira insanın doğayla kurduğu ilişki tarzı doğrudan onun kendisiyle de kurduğu ilişkiyi belirlemektedir. Belki de doğayı Karl Marx’ın belirttiği gibi mülk edinme kaynağı olarak değil de yaşam kaynağı olarak görmenin zamanı çoktan geldi ve geçmektedir.


Prof. Dr. Doğan GÖÇMEN – 2020/Nisan

Not:

Bu söyleşi yazısı, Olcay Aydilek‘in 08.04.2020 tarihinde haberturk.com‘da yayımlanan röportajından alıntılanmıştır. 

Sosyal Medyada Paylaşın:

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?

  • YENİ
  • YORUM
Yazarlar tarafından sitede yayınlanan tüm yazılar, resimler ve videolar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir.