• DOLAR
  • EURO
  • ALTIN
  • BIST
Mesut ERDEMİR
Mesut  ERDEMİR
nicinfelsefe@hotmail.com
FELSEFENİN GÖR DEDİĞİ
  • 0
  • 336
  • 04 Kasım 2020 Çarşamba
  • 1 Puan2 Puan3 Puan4 Puan5 Puan
  • +
  • -

Hayatın en küçük ve önemsiz görülen parçaları bazen insana varolanın bağrındaki çelişkiyi göstermek için yeterli oluyor. İnsan Sartre’ın dediğinin tam aksine bir boşluğa doğmuyor; oluşturulmuş ve belirlenmiş bir sosyal, psikolojik ekonomik ve politik bir varlığın içerisine doğuyor. Sokakta mendil satan yeşil gözlü kız da boşluğa doğmadı, dünyaya gelmeden önce kurgulanmış bir makinanın parçası olacağını nerden bilsin. Bu makinanın kumanda merkezine yerleşemeyeceğine göre yapması gereken bunun bir kader olduğunu bilmesini sağlayacak bir anlayışın zihnine aktarılmasıdır.

Aile

Bu durumun gerçekleşmesi için ilk önce anne ve baba devreye girer. Anne ve baba bilindiği gibi “toplumsallaştırmanın” en etkili araçlarıdır. İlk önce çocuğa anne ve babanın eşit olmadığı gözlem yoluyla aktarılır. Aile, sınıflı toplumun küçük bir yansımasıdır. Aile reisi kavramı bunun böyle olduğunun bir kanıtıdır. Hep aklıma takılan bir soru vardır. Neden modern sosyoloji aileyi toplumun en küçük birimi olarak kabul etmiştir? Böyle bir tanımlamanın altında bireyi yalnızlaştırma projesi olabilir miydi? Çekirdek aile tanımı içerisinde anne, baba, çocuk kavramı yer almaktadır. Dede, babaanne, anneanne, amca, dayı, teyze, hala gibi kavramlara yer verilmemektedir. Aile kavramının bu kadar darlaştırılması masum bir olay değildir. Tam aksine ideolojik bir olaydır.

Kavram Üretimi

Bilindiği gibi sosyoloji ve psikoloji gibi bilimler sanayi devriminin bir ürünüdür. Sanayi devrimiyle beraber bireyin gerçek anlamda sorgulayan ve eleştiren bir yapı kazanması söz konusuydu. Peki bu birey nasıl denetim altına alınabilirdi. Bunun için bireyin zihinsel yapısını şekillendirecek kavramlar üretilmeliydi. Aile, birey, statü, rol, bilinçaltı, birey vd. Her bilimin bilindiği gibi temel kavramları vardır. İlkönce bu kavramlar dünyasının nesnel olduğu ve bizzat bireyin kendi dünyasını ve toplumu nesnel olarak yansıttığı bireye kabul ettirilmeliydi. Hep düşünmüşümdür; Batı toplumlarını ifade eden kavramalarla nasıl olur da Doğulu toplumlar açıklanabilir diye. Örneğin, Batılı toplumlara ait olduğunu düşündüğüm statü kavramıyla Doğulu insanın konumu nasıl açıklanabilir. Doğulu insan yaşamı bir bütün olarak algılarken, Batılı insan yaşamı kendinden ibaret algılar. Yaşama böylesine zıt bakan bu iki insan nasıl olur da aynı kavramlarla düşünürler. Düşünemedikleri gün gibi açık. Bu toplumların başarı, sevgi, özgürlük gibi kavramlardan anladıkları da aynı değil. Batılı özgürlük kavramını sadece kendisi için düşünürken, Doğulu insan özgürlüğü yaşadığı toplumla beraber düşünmektedir. Birisi bireyci diğeri kolektif. Bizatihi insan özgürlüğünün temel şartı olan “seçme özgürlüğü”, “kendin için seç toplum için değil” biçimine dönüştürülmektedir.

Eğitim

Bazen duyarız Amerikan modeli, Fransız modeli, İngiliz modeli derler. Model kavramı kendi başına bir anlam taşımamaktadır. İçerisi emperyalizm tarafından doldurulmaktadır. Aslında model kavramıyla bir kültür dayatması yapılmaktadır. Bunun en tipik örneği “batılı eğitim modelidir.” Batı, eğitimi bireyi yalnızlaştıran betonarme ortamlarda gerçekleştirmek isterken, Doğulu insan eğitimi yaşamın her alanında-doğaya uygun- yapmak ister. Tümelci bir bakış açısıdır bu. Sokakta, evde, dağda, kısacası her yerde.

Batılı eğitim modeliyle (formel ve disipline edilmiş bir eğitim yoluyla) birey, kendi toplumunun doğasına aykırı bir sosyalleşme süreci içerisine sokularak; tercihlerinin önceden belirlenmesinin evrensel, sosyal normlara uygun olduğunu kabul eder hale getirilmektedir. Bunu bir insanı veya toplumu ehlileştirme programı olarak da kabul edebiliriz. Sanki toplumumuzdaki insanlara bir sistematik duyarsızlaştırma programı uygulanmaktadır. Bu bir ölçüde toplumumuzun geleneklerden gelen doğal yapısını tahrip etme programıdır.

İlk tahrip edilen kavramlardan birisi ise öğretmen kavramıdır. Bu kavram nasıl tahrip edilmektedir. İlk önce öğretmenin dünyayı algılayış biçimi etki altına alınmaktadır. Öğretmen ideolojik bir angajmanla karşı karşıya bırakılır. Öğretmene öğretilmeye çalışılan ilk şey kamusal yaşamanın imkansızlığıdır. Oysa doğulu toplumlarda öğretmen kamusaldır. Toplum öğretmeni kendisiyle özdeşleştirir. Öğretmen bilgisini ve görgüsünü toplumla paylaşırken, toplumda öğretmenle aşını, ocağını ve geleceğini paylaşmak ister. Hatta çocuğunu. Eti senin kemiği benim cümlesi paylaşma ve kadere ortak olma anlamını taşımaktadır. Günümüzde bu anlayış değişmiştir. Öğretmen bir gelenek, görgü ve bilgi taşıyıcısı olmaktan çıkmıştır. Öğretmen insan dışı bir toplumsal aygıtın bir parçası haline gelmiştir. Bu da bir değişmedir.

Gelenek

Fakat Herakleitos “Her şey değişir.” derken, her değişmenin doğru ve yararlı olduğunu söylememiştir. Değişmenin yavaş ve derinden yaşandığı alanlardan bir tanesi de geleneklerdir. Değişme olumlu- olumsuz bir içerik taşıyabilir. Gelenek toplumsal hasletleri artırıcı bir boyut taşıyorsa savunulmalıdır. Doğulu toplumlar görgül, yerel ve evrensel değerler üretir. Yaşamdan üretilmiş bilgiyi sentezlemenin ve kalıcı hale getirmenin yolu budur. Bu aynı zamanda evrensel ve toplumsal akıl toplumunun da bir adımıdır.

Modern dünyanın gelenek savunuculuğunu tutuculukla eş değer görmesi ise bir toplumu tarih sahnesinden silmenin ilk adımıdır. Çeşitli emperyalist saldırılar bunun bir göstergesidir. (Dinler arası diyalog gibi) Siyaset felsefesinin temel kavramlarından birisi olan sivil toplum kuruluşları (NGO) bu silme projesini pekala yerine getirebilir. O zaman ne yapmalı, bu tür kuruluşların faaliyet alanlarını genişletmek gerekir. Devleti daraltarak işe başlayabilirsiniz. Doğulu toplumlardaki devlet baba kavramının işlevsiz hale getirilmesi bunun önemli bir adımıdır. Doğulu toplumlarda devlet ve yasa gibi kavramların başlarına baba ya da ana gibi kavramların eklenmesi bir somutlaştırma ve insanileştirme eylemidir. İnsan sosyal kurumun içerisinde bütünü görmekte ve yaşamaktadır. Diğerleriyle ortaktır ve paylaşımcıdır. Bu dinamik bir kurum anlayışıdır. Çünkü orası ideallerin üretildiği ve yaşandığı bir alandır. Batı ise kurumları benliklerin bir savaşım alanı olarak görür. Devleti dar bir biçimde bu çıkar savaşlarını düzenleyen basit bir mekanizma olarak görür. Bu statik bir kurum anlayışıdır.

Bu durum varlığı bir algılama biçimi mi yoksa yapay ve üretilmiş yanılsama mıdır? Bir yanılsama olduğu açık çünkü her Batılı insan kurumları kendi benliğini şişirmenin ve tatmin etmenin bir aracı olarak görür. Peki insanlık tarihindeki devrimler bir yanılgı mıydı? Bu devrimlerin birincil amacı insanlaşmayı sağlamak değil miydi? Toplumsal (siyasal) devrimler bir ölçüde yüz yüze insan ilişkilerinin ve ideallerin ertelenemez oluşunun sonucudur. Oysa günümüzde devrim modası geçmiş bir kavram olarak gösterilmektedir. Ders kitaplarında devrimler anlatılırken geçmiş zaman kipi ısrarla vurgulanmakta ve gençlere atalarınız devrim yaptı ama sizin devrime ihtiyacınız yok denmektedir.

Telefon

Günümüzde telefon kullanımının bu kadar yaygınlaşması bireycileşmenin ve yabancılaşmanın bir göstergesi olabilir mi? Düşünüyorum da acaba telefon sosyal bir fobinin sonucu mu?

Telefon insanın yüzünü görerek dinlemenin engelleyicisidir. Acaba bu durum inandırıcılığımızı engellemez mi? Belki de telefon insanda şartlı bir refleks oluşturmanın bir aracı. Bu araç bir süre sonra (kullanıldıkça) amaç haline dönüşebilmektedir. Güzel ve fonksiyonları gelişmiş bir telefon sahibi olmak gibi. Kullandıkça telefonla konuşmak hoşumuza gider hale gelmekte ve bir süre sonra konuştuğumuz insan değil de ve belki de telefon hoşumuz gitmeye başlar. Bunun psikolojik açıklaması madde fetişizmidir. Artık sevgilimizi beklerken yola değil de telefonun kendisine bakar hale geliyoruz. Onunla konuşuyoruz belki de. Düpedüz insanın insana yönelişinde, bu durum, doğrudanlığı ve samimiyeti ortadan kaldırmıyor mu? Şimdi diyeceksiniz ki eşya kullanmayalım mı? Kullanın. Eşyanın bizim irademizden ayrı bir doğası olmasına rağmen ona anlam yükleyen yine insandır. Bunun idealizmle bir alakası yoktur. Yaşadığımız, araçlarla sağlanan insanın insana yabancılaşmasıdır.

Hangimiz doğru ve güzel mektup yazmayı okul hayatımızda öğrenmedik. İşte bu teknolojik “harikalar” (telefon-internet posta) özlemlerimizi mektuba dökmenin de bir engelleyicisi olmuştur. İnsanın en saf özlemlerini dile getirmenin son çırpınışlarını günümüzde az da olsa taşıt yazılarında görmekteyiz. (Bkz. Türkiye’den Felsefe Manzaraları- Ö. N. Soykan)

Mezar Taşları

Artık mezar taşları bile öğretici (didaktik) bir hayat şiiri olmaktan çıkıp bireyin bu dünyadaki toplumsal statüsünün birer yansıtıcısı haline gelmiştir. Bu durum geleneğimizde varolan insan topraktan geldi eşitlik anlayışıyla çelişmektedir. Artık zengin ve fakir mezarları belirgin bir şekilde birbirinden ayrılmaktadır. İnsanların hercümerç olması burada da engellenmektedir. Yine fakir topraktan çevrili bir ortamda yatmakta ama zengin ise mermer bir kabuğa bürünmektedir. Oturduğunuz ev denize nazır, müstakil bir evse mezarınız da denize nazır olmaktadır.

Hep merak etmişimdir; insanlar böyle bir olayı nasıl algılamaktadır diye. Biz ne kadar bu dünya malı bu dünyada kalır anlayışını kabul etmiş görünsek bile bilinçaltımızda bilinç üstüne çıkmaya hazır bir gerçeklik bulunmaktadır. Mal ve para biriktirmek. Bunun psikolojik ve sosyal nedenlerine indiğimizde, en önemli nedenin güvence sağlamak olduğu ortaya çıkmaktadır. Oysa olanaklı bir dünyada yaşıyoruz. Hiçbir şeyin kalıcı olmadığı bir dünyada en kalıcı olan şeyin insanlığın ilerlemesine düşünsel ve pratik alanda katkıda bulunmak olduğu ortaya çıkmaktadır. Yani bir resim ya da şiir sokaklardan, evlerden ve saraylardan daha kalıcı ve dönüştürücü olmaktadır. Binlerce insanın cenazemize katılmasını, hep hatırlanmayı isteriz. Böyle olmanın iki yolu vardır: Birincisi, para sahibi olmak ve toplumsal menfaati düşünür gibi davranarak, vicdan mastürbasyonları yapmak ve bir taraftan da bu uzlaşmaz toplumsal çelişkilerin devam etmesini sağlamak ve büyük toplumsal projeler geliştirmemek. İkincisi ise toplumsal sistemin çelişkileri derinleştiren bu olanaklara sırt çevirerek yoksulun kaderini paylaşmak. Böyle bir yolu seçtiğinizde ise önünüze konulacak kurt kapanları bellidir. Sizin suç işlemenizi sağlayacak mekanizmaları yaratmak, toplumla ilişkilerinizi kesebilecek yasal düzenlemeleri oluşturmak ve çocuğunuzu geleneklere ve halkına düşman etmek; bu sistemin “meşru” ve rasyonel bir savunma mekanizmasıdır. Fakirin aydını, Yunus Emre de olduğu gibi vatanın bütün topraklarını bir mezar olarak kabul etmektedir. Hani başına taş maşta istemez bu aydın, karışmak için toprağa…


MESUT ERDEMİR – Kasım/2020

Sosyal Medyada Paylaşın:

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?

  • YENİ
  • YORUM
Yazarlar tarafından sitede yayınlanan tüm yazılar, resimler ve videolar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir.