• DOLAR
  • EURO
  • ALTIN
  • BIST
Sabri ABDULLAHOĞLU
Sabri  ABDULLAHOĞLU
sabriabdullah@yandex.com
ÇEŞİTLİ YÖNLERİYLE DİN SÖMÜRÜSÜ VE KISA TARİHİ -İslam Örneği-
  • 1
  • 523
  • 09 Nisan 2019 Salı
  • 1 Puan2 Puan3 Puan4 Puan5 Puan
  • +
  • -

Sömürü; bir şeyi işletmek, meyvesini almak, menfaat sağlamak, bir kimsenin ya da zümrenin iyi niyet ve tutumunu kötüye kullanıp istismar etmek anlamlarına gelmektedir.[1] Bu tanımdan da anlaşılacağı gibi sömürü; sömürüye konu olan şeye, yapılış amacına ve sonuçlarına göre, hem olumlu hem de olumsuz bir fiilin adı olarak karşımıza çıkabilir. Bununla birlikte ahlakî bir nakısa sayılan olumsuz anlamdaki sömürünün özel bir biçimine de “din sömürüsü” adı verilir.

Bir değer sömürüsü türü olarak din sömürüsünden maksat; kişinin dinî hayatını, hakikî bir dinî hayatın amaçları dışındaki dünyalık menfaat ve çıkarlara harcamasıdır. Bir başka deyişle; gerçekte dindar olmayan bir kişinin, dinî hassasiyetleri ve zaafları olan kimselere, kendisini dindar biri olarak tanıtarak/göstererek onlardan ya da onlarla bağı ve iltisakı bulunan başka yerlerden maddî, manevî, sosyal ve siyasal çıkarlar elde etmeyi amaçlayan tutum ve davranışlardır. Daha da açıkçası kişinin; dini, Allah’ın onu gönderdiği yüce amaçlar dışındaki dünyevî hedef ve çıkarlar uğrunda kullanması ve Allah tarafından hiçbir şekilde onaylanmayan şahsî hedef ve beklentilere âlet etmesidir.

Adına “din” dediğimiz yapı; genelde tüm Yahudi, Hristiyan ve İslam âleminin, özelde ise içinde yaşadığımız İslam coğrafyasının, hem en temel yapı taşlarından hem de en büyük zaaf noktalarından biridir. Mevzuyu biraz açarsak İslam dini; farklı dil, renk ve etnik kökene sahip olan ve belki de yan yana gelmesi mümkün olmayan sayısız karakteri; ortak inançlar ve yüce hedefler etrafında birleştirip birbirine rahatlıkla kaynaştırma/kenetleme özelliğine sahip yüce ve o oranda insanlar üzerinde etkili bir değerdir. Nitekim pragmatik bir açıdan değerlendirildiğinde, dinin; hayatın devam edebilmesinde itici bir güç olduğu, insan hayatının daha kaliteli yaşanması ve bireyin ruh sağlığı, karakter ve sosyal gelişimi noktasında ciddi faydalar sağladığı aşikârdır. Ayrıca hayata ve içindeki olaylara/gelişmelere yüklediği anlamlar, günlük hayatta “zorluklarla başa çıkma” konusunda bireye verdiği eşsiz ve muazzam destek sebebi ile insanın ona muhtaç olduğu da çok açıktır.

Ancak böylesine bulunmaz bir değer ve nimet olmasının yanında İslam, –ne yazık ki– küçük şahsî/umumî çıkarlarhesaplar ve amaçlar uğrunda sınırsız sömürüye de konu olan bir “simgesel sermaye” konumundadır. Şimdi gelin, farklı açılardan din sömürüsünün tarihi serüvenini, “İslam örneği” üzerinden görmeye ve anlamaya çalışalım…

1- İslam Tarihindeki İlk Ciddi Din Sömürüsü: [ Sıffin Savaşı ve Hakem Olayı ]

İslam tarihindeki ilk ciddi din sömürüsünün Sıffin Savaşı’nda (657) “Hakem Olayı” ile ortaya çıktığını söyleyebiliriz. Şüphe yok ki bu hadisenin “bir dinî sömürü unsuru” haline nasıl geldiğini ya da getirildiğini anlamak için bu savaşın –biraz uzun da olsa– baştan sona bir hikayesini hatırlamakta fayda görüyoruz.

Sıffin Savaşı, 27-28 Temmuz 657 Cuma sabahına kadar devam etti. Cuma günü Hz. Ali, âsilere son darbeyi indirmek niyetiyle Eşter’i, kalabalık birliklerin başında karşı taarruzla görevlendirdi. Eşter, başarılı bir taarruz gerçekleştirmiş, ve savaşı kazanmaya çok yaklaşmıştı. Ancak Muâviye’nin danışmanı Amr b. Âs, ihtilâfın Kur’ân’ın hakemliği ışığında çözülmesi teklifini gündeme getirerek o anda kaçmayı düşünen Muâviye ve ordusunu yenilgiden kurtardı. Teklifi hemen devreye sokan Muâviye, askerlerine Kur’an sayfalarını mızraklarının ucuna takıp karşı tarafı Kur’ân’ın hükmüne çağırmalarını emretti. Bunun üzerine Muâviye tarafındaki Suriyeli askerler, mushafları mızraklarının ucuna takarak, “Ey Iraklılar! Artık savaşı bırakalım, aramızda Allah’ın kitabı hakem olsun!” diye bağırmaya başladılar. Bu arada büyük Şam Mushafı da askerlerin mızraklarının ucunda havaya kaldırıldı.

Bu teklif, savaştan yorulmuş ve çoğu -aynı zamanda- akrabaları olan dindaşlarına kılıç çekmekte tereddüt eden Hz. Ali’nin ordusundaki askerleri birbirine düşürdü. Büyük bir kısmı, –özellikle de kurrâ/hâfız sahâbîler– savaşın derhal durdurulmasını istedi. Hz. Ali, onlara bunun bir savaş hilesi olduğunu ve Muâviye’nin Kur’ân’ın hükmüne uymak değil de kendi bütünlüklerini bozmak amacıyla böyle bir işe giriştiğini söyleyip savaşa devam etmelerini istedi. Fakat savaşın artık durmasını isteyen askerler; Hz. Ali’yi dinlemedikleri gibi, bu savaşı bitiremediği takdirde kendisini Muâviye’ye teslim etmek ya da öldürmekle tehdit ettiler. Bunun üzerine Hz. Ali, mecburen savaşı durdurmak zorunda kaldı. Ardından Hz. Ali’ye karşı direnenlerden Eş‘as b. Kays, karşı tarafın niyetini öğrenmek için onların yanına gitti. Muâviye de maksatlarının aralarındaki anlaşmazlığı Kur’ân’ın hakemliğine (tahkime) başvurmak suretiyle çözmek olduğunu söyledi. Buna göre; iki tarafı temsil etmek üzere seçilecek iki hakem, Hz. Ali ile Muâviye arasındaki halifelik meselesini Kur’ân’ın hükmüne uygun olarak çözecek ve krizi bu yolla bitireceklerdi. 

Muâviye taraftarları, hakem olarak Amr b. Âs’ı seçtiler. Hz. Ali ise bunun için Abdullah b. Abbas’ı veya Mâlik b. Hâris el-Eşter’i düşünüyordu. Fakat başta Eş‘as b. Kays olmak üzere Hz Ali’yi tahkimi kabul etmeye zorlayanlar, bu defa Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’den başkasının hakemliğini kabul etmemekte direndiler. Hz. Ali, bu isteklerini de kabul etmek zorunda kaldı. Ardından iki taraf arasında hakemlerin uyacağı kuralların belirlendiği metin (tahkimnâme) hazırlandı. İki tarafın verilecek hükme uymayı taahhüt ettiğibu metne göre; bir araya gelecek iki hakem, halifelik meselesini Kur’ân’a, şayet burada bir hüküm bulamazlar ise Sünnet’e başvuracak ve  bu meseleyi adilâne çözüme kavurturacak idi. (31 Temmuz veya4 Ağustos 657) Tam bu esnada Hz. Ali’nin ordusunda yeni bir bölünme/isyan baş göstermeye başladı.Eş‘as b. Kays, tahkimnâmeyi okurken Temîmliler‘den bazıları “lâ hükme illâ lillâh!” sözüyle halifelik meselesinin iki hakemin takdirine bırakılmasına itiraz etti. Çoğunluğu Temîm Kabilesi‘ne mensup yaklaşık 12.000 asker, Kûfe’ye dönüş sırasında ordudan ayrılıp Kûfe yakınındaki Harûrâ’ya çekildi ve burada ilk Hâricî zümresini oluşturdu.[2]

Müslümanların Sıffin’de karşı karşıya gelmesi, bunun neticesinde çok sayıda kişinin ölmesi ve savaşın sonunda çözüm olarak öngörülen Hakem Olayı’nın meseleyi daha da karmaşık bir vaziyete sokması; bazı kelam[3] tartışmalarının ortaya çıkmasına yol açmıştır. O yüzden bu olay, ilk dönemlerden itibaren İslam kelâm kaynaklarında yerini bulmaya başladı. Temeli itibariyle siyasî bir karaktere sahip olan Sıffîn Savaşı ve Hakem Olayıiman-küfür sınırı” ve kader-irade hürriyeti gibi önemli inanç konularının tartışmaya açılmasına ve Hâricîler ismiyle bir fırkanın[4] doğmasına sebebiyet vermesi dolayısıyla kelâm ve itikadî mezhep âlimlerince mercek altına alınmış ve onunla ilgili farklı yorumlar/değerlendirmeler yapılmıştır.

İlk dönemde bazı aşırı Şiî/Şia[5] grupları; Sıffîn Savaşı’nda Hz. Ali’nin karşısında yer alan Muâviye ve ordusunun, meşrû imama (Hz. Ali’ye) karşı geldiği için küfre düştüğünü, bu sebeple de ebedî olarak cehennemde kalacağını iddia etmişlerdir. Ancak Şeyh Müfîd gibi sonraki bazı Şiî kelamcıları, bu hükmün/düşüncenin küfrün tek bir millet (inanç sistemi) sayılması ilkesiyle hiçbir şekilde bağdaşmadığını, çünkü Muâviye ve taraftarlarının iman esaslarını kabul edip İslâmî hükümleri yerine getirdiklerini, dolayısıyla da bu kişilerin davranışlarının “dini külliyen inkâr edenlerin küfürleri” gibi olamayacağını belirtmiş ve en azından cehennemde ebedî kalmayacaklarını savunmuştur.[6]

Mu‘tezile[7] âlimleri, Sıffîn Savaşı’nda hangi tarafın haklı olduğu konusunda ciddi bir fikir ayrılığına düşmüştür. Amr b. Ubeyd ve Vâsıl b. Atâ gibi Mu’tezilî âlimler, savaşa katılan iki taraftan birinin “hak yol”da bulunmakla birlikte bunu tespit edebilmenin mümkün olmadığını söylemiş; çoğunluk ise Hz. Ali’nin haklı, karşı tarafın haksız olduğunu, ancak bu durumun onların kâfir sayılmasını (tekfir) gerektirmediğini belirtmiştir. Öte yandan Ebû Bekir el-Esam göre Hz. Muâviye, Hz. Ali’ye göre daha haklı bir konumda yer aldığını kaydetmiştir. Kerrâmiyye’ye[8] göre, bu iç savaşlarda esas itibariyle iki tarafın da bir haklılık payı vardır; bu sebeple iki taraf da asla küfür ve fısk[9] ile itham edilemez. Ehl-i sünnet ise Sıffîn Savaşı’nda Hz. Ali ve ordusunun tamamen haklı, Muâviye ve taraftarlarının haksız olduğu kanaatinde ısrar etmiştir. Onlara göreMuâviye, Müslümanların meşrû halifesine, yani Hz. Ali’ye karşı gelmiştir. Yine onlara göre Hz. Peygamber’in, Sıffin’de şehit edilen Ammâr b. Yâsir’e bâğî (haddi aşan, âsi, haksızbir grup tarafından öldürüleceğini çok öncesinden haber vermiş olması[10] da bu gerçeğin teyidi niteliğindedir. Ancak Ehl-i sünnet, Muâviye ve taraftarlarının tekfir edilmesini (dinsiz sayılmasını) haklı görmez. Nitekim bizzat Hz. Ali de Sıffîn dönüşü Hâricîler’in Muâviye ve ordusunu tekfir etmesi üzerine yaptığı konuşmada; Şamlılar ile fâsık[11] ya da kâfir[12] oldukları için değil, onları cemaate döndürmek için savaştıklarını ifade etmiş ve onlardan “Müslüman kardeşlerimiz” diye bahsederek iki tarafın da kıblesinin bir olduğunu ifade etmiştir.

Savaşın, Hz. Ali’nin zaferiyle sonuçlanmasına yaklaşıldığı bir sırada, Muâviye taraftarlarının mızraklarının ucuna Mushaf (Kur’an) sayfaları takarak iki tarafı Allah’ın hükmüne uymaya çağırmasıyla başlayan ve Hakem Fiyaskosu ile derin bir krize dönüşen gelişmeler sonrasındaki olaylar zinciri, düşünce/anlayış itibariyle asrımıza kadar ulaşan şiddet ve fanatizm temelli bir dini sömürü akımının (yani Hâricîler’in) doğmasına yol açmıştır. İlk haricî fırkalar; bu meselenin çözümünü hakemlere havale ettiği için Hz. Muâviye’yi, buna rıza gösterdiği için Hz. Ali’yi, yanlış tutumları ya da krizi yönetememeleri dolayısıyla da her iki hakemi tekfir etmiştir. Bir başka ifadeyle bu fırkalar, İslam inancına göre büyük günah işleyen kimsenin, Yusuf Sûresi’nin 67. ayetinde geçen ve “… Hüküm ancak Allah’ındır. …” anlamına gelen “… ini’l-hükmü illâ lillâh …” ibaresine dayanarak dinden çıktığını, hatta işi bir adım daha ileri götürerek Hârici olmayan herkesin dinsiz/kâfir pozisyonuna  düştüğünü ileri sürmüşlerdir. Fakat daha sonra bazı gruplara ayrılan Hâricîler’in Ezârika[13] kolu, Hz. Ali’nin şirk konumunda bir küfür fiili işlediğini söylerken İbâzıyye[14], bunu “imandan çıkma” anlamında küfür değil “küfrân-ı nîmet” (nimeti inkâr etme, ona hürmetsizlik etme) kapsamında değerlendirmiştir. Bahse konu fırkaların; böylesine zorlama ve fanatizm kokan bir iddiayı, yukarıdaki Kur’an ayetini arkalarına alarak temellendirmenin; Kur’ân’ı menfaat ve çıkarlarına alet edip sömürmekten başka bir anlama gelemeyeceğini bilmeyecek/kestiremeyecek kadar saf ve cahil olduklarını düşünmek, ciddi bir hatadır. Nitekim Hz. Ali’nin, Harûrâ bölgesindeki Haricîler ile müzakereye yollarken Abdullah b. Abbas’a verdiği şu uyarı niteliğindeki tavsiye de bu gerçeğe işaret etmektedir:

Onlarla tartışırken Kur’ân-ı Kerim’den herhangi bir kanıt ileri sürme! Zira Kur’an, ayetleri çeşitli anlam ve tevillere (yorumlara) açık bir kitaptır. O yüzden onlarla Sünnet (Hz. Muhammed’in sözleri) üzerinden tartış. Çünkü onlar Sünnet karşısında manevra yapma imkânı bulamazlar.

Sıffin Savaşı, İslam ve mezhepler tarihinin yanı sıra -katılanların durumu açısından- İslam kelam disiplininin de en önemli meselelerinden biri konumuna gelmiştir. İslam’daki bu disiplini Fârâbî şu şekilde açıklar:

Kelâm sanatı, din kurucusunun (yani Yüce Allah’ın) açıkça belirttiği belli düşünce ve davranışları teyit edip bunlara aykırı olan her şeyin yanlışlığını sözle gösterme gücü kazandıran bir tartışma yeteneğidir.[15]

Şia mensupları Hakem Olayı’nda Hz. Ali’nin tutumuyla ilgili olarak üç gruba ayrılmıştır. Bunlardan biri onun, varılan bu karara takiyye[16] gereği göz yumduğunu, zaten ölüm korkusu durumunda böyle davranmanın câiz olduğunu belirtmiş; ikincisi, ister normal halde ister takiyye sebebiyle olsun Hz. Ali’nin tutumunun isabetli olduğunu beyan etmiştir. Sayıları çok az olan üçüncü grup ise Hz. Ali’nin tahkime gitmekle, yani konuyu hakemlere havale etmekle hata yaptığını, ancak bunun kendisini fıska götürmeyeceğini söylemiştir. Örneğin Zeydiyye[17] ile Mürcie’nin[18] çoğunluğu, Hz. Ali’nin konuyu hakemlerin çözümüne bırakmasının yerinde olduğunu kabul etmiştir. Onlara göre Hz. Ali, tahkimi kabul etmemesi durumunda ordusunda kargaşa çıkabileceğinden endişe etmiştir; fakat hakemler, meseleyi Allah’ın kitabı çerçevesinde çözmeyerek hataya düşmüşlerdir. Ehl-i sünnet[19] Hakem Olayı’nda Hz. Ali’nin haklı olduğunu, ancak her iki hakemin de tutumlarının çok da isabetli olmadığını, hakemlerden Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’nin Hz. Ali’nin zamanın efdali (hilâfet makamına layık zamanın en üstünü) olduğunu bildiği halde onu hilâfetten azletmek suretiyle suç işlediğini, diğer hakem Amr b. Âs’ın ise bu suçla birlikte Muâviye’yi hilâfete getirmek gibi ikinci bir suça daha bulaştığını belirtmiştir.

Görüldüğü gibi Müslümanlar içinolaylar; iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan, haklıyı haksızdan ayıramayacak kadar karmaşık bir hal almıştır. Tabir-i caizse bu noktadan sonra her şey, Arap saçına dönmüş; at izi, it izine karışmıştır. Zira İslam ve Müslümanlar; şu zamana kadar çoğu olay ve hadiseye şahit olmuşsa da, İslam Ümmeti’ni bu şekilde bölecek ve birbirine düşman edecek kadar derinden sarsan bir başka hadiseyle daha önce hiç karşılaşmamıştı.

Olayların sebep ve seyriyle ilgili tartışmalar ne olursa olsun her iki tarafa ait birliklerin Müslüman olduğunda şüphe yoktur. Hz. Ali’nin meşrû halife olarak Muâviye’den biat istemesi çok normal bir durumdur. Muâviye’nin, Hz. Osman’ın katillerinin bulunması talebiyle bu biattan kaçınması isabetli değilse de, bu davranış; itikadî değil, siyasî bir tutumdur. Dolayısıyla bu tavır, ne onun ne de bağlılarının küfre düştüğünü gösterir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, müminlerden iki grubun birbirine karşı silaha sarılması durumunda asî olan tarafa karşı faaliyete geçilmesi emredilirken[20], iki taraf da “müminler” diye nitelendirilmiştir. Ayrıca Hz. Ali, Hakem Olay öncesi ve sonrasındaki gelişmelerde genel anlamda haklı görülmektedir. Çünkü Hz. Ali Kur’an sayfalarının mızrakların ucuna takılmasının bir savaş taktiği olduğunu en baştan söylemiş, ancak askerleri onu dinlemeyince tahkime rıza göstermek mecburiyetinde kalmıştır. Dahası hemen bütün Sünnî kelâm kitaplarında, sadece Sıffîn ve Hakem Olayı’nda değil, Cemel Vakası[21] ve Haricîler’le yapılan savaşta da Hz. Ali’nin haklı olduğu kaydedilmektedir.

2- Dinin Özgün İlahî Yapısını Manipüle Edip İslam’ı Adeta “EĞRETİ” Bir Hale Sokan Sömürü Unsurunun En Meşhur Örneği: [ Hilâfet ya da İmâmet ]

Dinin özgün ilahî yapısını manipüle ederek onu adeta “EĞRETİ” bir duruma sokan sömürü unsurunun İslam tarihindeki en meşhur örneği ise hilâfet ya da diğer adıyla imâmet meselesidir. Bu meselenin esas kaynağı, Hz. Peygamber’in (sav) vefatından hemen sonra ortaya çıkan İslam ümmetinin idaresini üstlenecek kişinin belirlenmesi (hilâfet/imâmet) ve tarihsel vetirede bu meseninin Şia ile Ehl-i Sünnet arasında bir “kan davası”na evrilmesidir.

Şia, ilahî tayin (atama) iddiasından yola çıkarak imamet/hilâfet meselesini, İslam’ın inanç esasları (usûli’d-din) arasına eklemekle din sömürüsünün ilk büyük adımını atarken, birçok Sünnî kelam bilgini de Hz. Ali’nin (ra) hilâfet/imâmet hakkının aslında elinden alındığı/çalındığı yönündeki Şii savunu ve itirazlara bir antitez oluşturmak amacıyla aynı meseleyi İslam itikadını (inancını) anlatan (kelam) kitaplarının son bölümüne dâhil etmiş ve bu çerçevede Hz. Ebû Bekir’in hilâfetini/imâmetini ayet ve hadislerle temellendirme gayreti içine girişmiştir.

Geneli polemikçi bir dile sahip olan klasik kelam edebiyatı; muhâlif inanç, siyaset ve ideolojiye dair kabulleri nass’la (Kitap ve Sünnet ile) temellendirme ve aynı zamanda muhâlifleri susturma çabasının bir ürünü olarak değerlendirilebilir. Bu yöndeki çaba ve gayretlerin temelinde, ilahî kelâmın meşrulaştırma gücünden yararlanma düşüncesinin bulunduğu açıktır. Bu çerçevede din sömürüsü; bir dinî grubun nasslar üzerinden kendini meşrû ilan etmesi şeklinde yapılabileceği gibi, başka grupların dinî anlayış ve idrak tarzlarını gayrimeşru ilan ederek de yapılabilir. İslam düşünce tarihinde, dinî sömürünün bu iki varyantına dair sayısız örnek bulmak mümkündür. Çok yönlü bir yapıya sahip bu din sömürüsünün güncel örneklerini ise çevremizde ve ana haber bültenlerinde hemen her gün görebiliriz.

3- İslam Tarihindeki Dinî Sömürünün En Yaygın ve Klasik Türü: [ Gulât ya da Gâliye ]

Bir kişinin gerek kendi konumunu, gerekse kişi ya da grup çıkarına dayalı fikir ve tutumlarını dinî referanslara dayandırma gayreti de İslam tarihindeki din sömürüsünün yaygın türleri arasında yer almaktadır. Bunun ilk ve en uç örneklerine Gulât[22] ve Gâliyye[23] gibi nitelemelerle anılan aşırı Şiî/Şia fırkalarda rastlanır. Örneğin bu gruplar arasında sayılan Muğiriyye[24] fırkasının lideri Muğîre b. Said el-İclî’nin kendini peygamber ilan etmesiBeyâniyye[25] fırkasının lideri Beyan b. Sem’ân’ın, Kur’an’da Âl-i İmrân Sûresi’nin 138. ayetini[26] kendi şahsına mal etmesiKarmatiyye fırkasının Muhammed b. İsmail’in peygamber olduğunu iddia etmesi aşırı Şia Gulâtı’ının dini sömürü şekillerinden yalnızca bir kaçıdır.

Bu tarzdaki din sömürülerine son devir İslam dünyasında ortaya çıkan Kadıyânîlik[27]Bâbîlik ya da diğer adıyla Bahâîlik[28] ve Dürzîlik[29] gibi fırkalarda ve hatta geniş taraftar kitlesine sahip olan bazı Sünnî İslam gruplarında da rastlanmaktadır.

4- İçeriği Birçok Kadim İnanç ve Kültüre Ait Unsurla Bezeli Bir Dinî Kompozisyon ve Koalisyon Sömürüsü: [ Mehdîlik ]

İslam tarihinde Emevîler ve Abbasîler arasındaki siyasî rekabet ve hesaplaşma çekişmesinin bir ürünü olarak ortaya çıkan ve zamanla itikadî (inanca dayalı) zemine çekilen mehdilik düşüncesi de din sömürüsü kapsamında ele alınması gereken ciddi bir konudur. Nitekim 2016 senesinde Ankara’da düzenlenen Olağanüstü Din Şurası’nın sonuç bildirgesindeki şu bilgi notu, tam da bu gerçeğe değinmektedir:

Tarih boyunca toplumun güvenliğini tehdit eden mehdîci-Mesihçi ve hurûfi-batıni karakter arz eden pek çok fitne ve fesat hareketi ortaya çıkmıştır. Sır, gizem, adanmışlık, karizmatik kişilik gösterisi ve takiyyecilik/çift şahsiyetlilik bu hareketlerin en bariz özelliği olmuştur. Modern zamanlarda ise bu tür hareketler uluslararası siyasal mühendisliklerin güdümünde İslam toplumlarının parçalanması ve sömürülmesinin birer aracı olarak kullanılmışlardır.

Mehdîlik düşüncesi ya da inancı, birçok inanç sisteminde bulunan ve aslında İslam’a özgü olmayan kadim bir hikâyedir. Bu inancın/düşüncenin arka planı ve kültürel alanına dair manidar izleri; Yahudilik ve Hristiyanlıkta “Mesih”, Sabiîlikte “Praşai Siva”, Mecûsîlikte “Şaoşyant”, Hinduizmde “Kalki” ve Budizm’de “Maitraya” gibi kavramlarda bulmak mümkündür. İslam edebiyatında, özellikle Şiî âlimlere ait kaynaklarda zikredilen mehdi rivayetlerindeki içerikler, çeşitli inançlar ve kültürlere ait çok sayıda unsurla bezeli bir bileşime işaret etmektedir. Daha açıkçası Mehdîlik etrafında oluşan bu inanç sarmalı, genellikle doğu toplumlarında rastlanan tembellikatletakıldışılık, davranışlarda duygu ve coşkunun aşırı etkili olduğu romantiklik, olgunluğa erememişlik, tarihî akışı her zaman kötülüğün çoğalmasına bağlayan aşırı karamsarlık ve kaba tabirle beleşçilik gibi sosyolojik/antropolojik unsurların karışımından meydana gelmektedir.

Tüm bunlara rağmen Şia, hem asırlar boyu muhalefette kalmanın yarattığı travmanın duygusallığından, hem de nereye kaybolduğu bilinmeyen bir düzine imamla ilgili tuhaf inanç anlayışından dolayı “mehdilik” inancına sımsıkı bağlanmış durumdadır. Sünnî kanatta Ehl-i Hadis[30] ve Selefiyye[31] ekolü de gerek dinî haberi rivayete eşitlemenin, gerekse en zayıf hadisi re’ye/içtihada (akılsal dinî çıkarma) tercih etmenin bir yansıması olarak bu fikre sahip çıkmıştır. Tasavvuf düşüncesinde ise mürşit diye anılan çoğu sûfînin[32] aynı zamanda “mehdi” gibi veya belki de mehdinin “ta kendisi” olarak algılanması ve tasavvuf ile teşeyyu’ (Şiilik eğilimi) arasında sıkı denebilecek bir bağ/iltisak bulunması nedeniyle mehdilik anlayışı bu gelenekte de yer bulmuştur. Esasen bu çarpık inanç yakıştırması (mehdi) bir yana, bir kişinin kendi şahsına ya da bir dinî grubun kendi liderine “mehdî, bediî, müceddit, gavs ve kutub” gibi sıfatlar yüklemesi bile, apaçık bir din sömürüsüdür.

5- İslam’ın Dokunulmazları Üzerinden Yapılan Dinî Kurnazlık Sömürüsü:  [ İlahî Maksadı Aşan Zorlama Nass Okumaları ]

Bir diğer yaygın dinî sömürü tarzı da, İslam’ın dokunulmazları olan “Kur’an ve Sünnet” veyahut teknik bir tabirle “nass” metinlerinin anlaşılmasına yönelik yapılan ve ilahî maksadı aşan aşırı/zorlama yorumlar, içtihatlar ve okumalardır.

Meşhur usul âlimi Ebu İshak eş-Şâtibî (ö. 790/1388), Kur’ân-ı Kerim’deki zâhir-bâtın (açık-kapalı) anlam konusuyla ilgili olarak;

Zâhir, Kur’an’daki bir kelime veya ifadenin Arap dilinde ifade ettiği düz anlam, bâtın ise Allah’ın o kelime ve ifadeyle kastettiği maksattır.

şeklinde bir çerçeve çizdikten sonra Yahudilerin Kur’an’da geçen Kim Allah’a güzel bir borç verecek ki, Allah da onu kendisine kat kat ödesin. Ona çok değerli bir mükâfat da vardır.”[33] ifadelerine gönderme yaparak “Allah fakir, biz zenginiz!” demelerinden, İslam fıkhındaki “Hîle-i Şer‘iyye”[34] çözümlerine, Haricilerin … Hüküm ancak Allah’a aittir! …”[35] ayetine dayanarak ileri sürdüğü fanatik, katı ve zorlama dinî çıkarımlardan, Müşebbihe’nin[36] Allah’a birtakım uzuvlar yakıştırmasına, çok evlilik konusuyla ilişkilendirilen Nisâ Sûresi’nin 3. ayetinden “erkeğin dokuz kadınla evlenebileceği” sonucuna ulaşan Bâtınilerin[37] akla ziyan dinî çıkarımlarına, tasavvufçuların birtakım bâtıni karakterli yorumları ile kelamcıların Arap dili ve şiiriyletemellendirmeye çalıştıkları birtakım görüşlere kadar çok geniş bir yelpazede zâhirîlik ve bâtınîlikten söz edilebileceğini ve bu anlamda zâhirîlik ve bâtınîliğin, nasslarda esas olarak kastedilen mesajlara bigâne kalanve ilahî kastı aşan okuma, anlama ve yorumlama tarzlarına denk geldiğini söyler.[38]

6- Farklı Metotlarla Farklı Amaçlara Hizmet Eden Din Sömürüsü:  [ Dinî Algıyı Yönetme Gayreti ]

Buraya kadar saymış olduğumuz dinî sömürü şekillerinden çok farklı olarak, bir de farklı metot ve yollar ile farklı amaç ve hedeflere/çıkarlara hizmet eden bir dinî sömürü şekli mevcuttur. Bu sömürü, dinin ve/veya dindar kesimin görünüşte lehinde ve aleyhinde olmak üzere iki şekilde gerçekleşebilir.

Esasen her ikisi de, din ve dindarların aleyhinde olan bu iki sömürü türünden ilki, dinin çok etkili bir güdümleme aracı olarak kullanılmasıdır. Bu sömürü şeklinin temelinde dindar (!) görünmenin kazandıracağı siyasal, sosyal ve ekonomik artıları elde etme amacı gibi bir bayağılık yatmaktadır. Nitekim ilk İslâm filozofu ve Meşşâî[39] okulunun kurucusu Yakub b. İshâk el-Kindî  (ö. 252/866), dini bu tarz bir yöntemle sömürenlerin, henüz insanlık seviyesine ulaşamamış (hayvanî) öz benliklerinde yer tutan kıskançlık pisliği ile düşüncelerini kuşatan karanlığın gerçeğin ışığını görmelerini engellediğini ve zalim bir düşman edasıyla haksız yere işgal ettikleri makamları korumak adına elde edemedikleri ve çok uzağında oldukları insanî erdemleri küçümsediğini söyler. Ona göre bu tip sömürücülerin amacı başları tutmak, makam ve mevkilerin başına geçmek ve din tacirliği yapmaktır. Çünkü onlar gerçekte dinden yoksunkimselerdir. Neticede bir şeyin ticaretini yapan onu satar ve sattığı şey artık kendisinin olmaktan çıkar. Bu sebeple dini sömürenler ve din üzerinden çıkar elde edenler, herhangi bir dine sahip olamazlar.[40]

Bu alanın ikinci sömürü şekli ise şöyledir:

“Din ve dindarları, toplumun tümü ya da en azından bir kısmı için çok ciddi bir tehlike gibi göstermek veyahut onları daha çok seküler kesim tarafından benimsenen hayat tarzını tehdit eden büyük bir felaket olarak tanıtmak suretiyle sosyal/toplumsal bir paranoya inşa etmek ve aynı zamanda dine mesafeli duran ideolojileri/anlayışları güvenli bir liman gibi takdim etmek.”[41]

Türkiye’nin ve Dünya’nın yakın tarih geçmişine şöyle bir göz attığımızda, dinî tehdit algısına yönelik ve ideolojik hedefli bu sömürü türünün dramatik örneklerine rahatlıkla ulaşabiliriz.

Ayrıca bir husus daha var ki o da, dindarlık ve dine hizmet adı altında, bizzat din sömürüsünün kendisinin bir sömürü unsuru yapılabileceğidir. Nitekim bazı kimselerin, ana tema olarak her fırsatta din sömürüsünü öne sürerek popüler olma, siyasî ve ekonomik çıkar sağlama vs. amaçlarına ulaşmak istedikleri dikkatlerden kaçmamaktadır. Bu kimseler, –genellikle– geçmişte dinin hep bir sömürü unsuru haline getirildiğini ve bu durumun günümüzde de devam edegeldiğini, dinin sömürülmek maksadıyla bilerek yanlış yorumlandığını, kendilerinin ise bundan çok mustarip olduğunu söyleyerek aslında dini anlayıp yaşamaya dönük samimi gayretlerini ortaya koyan tüm kişi ya da grupların güvenilmez ve sömürücü olduğunu ileri sürerler. Böylelikle bu yolla doğrudan veya dolaylı olarak kendilerini, dini en iyi bilen/anlayan ve bu konuda tek samimi ve güvenilir merci olarak tanıtmış olurlar.

SONUÇ

Bir insanın tüm davranış ve tutumları -çoğunlukla- değerlerle birlikte kendi zihin yapısının bir yansımasından öte gelmektedir. Sürekli olmasa da değerler, insanın tutum ve davranışlarında birer bağımsız değişken role sahiptir.[42]  Yani bireylerin samimiyetle bağlanıp inandıkları değerler, onların tutum ve davranışlarına yön veren ve onları ciddi anlamda etkileyen temel unsurlar arasında yer alır.

Değerlerin ve bilhassa değerler içinde kilit bir role sahip olan dinin, -tutum ve davranışları etkileme işlevinden kaynaklı olarak- yeterli ahlakî olgunluk düzeyine ulaşamamış, fazlasıyla hırslı, bencil ve hedefine ulaşmak için her türlü şeyi mübah sayan bir karaktere sahip olan insanlar, -ister istemez- çıkar ve menfaatleri doğrultusunda etkili bir meşrulaştırma gücüne/potansiyeline sahip olan din kurumunu da uygun zaman ve ortamda hiç çekinmeden sömürürler.

Her türlü din sömürüsü için uygun bir ortamın oluşmasında etkili olan bir başka unsur da, insanların eğitim düzeyinin ve özellikle de din/ahlak eğitimlerinin yetersizliğinin sonucu olarak meydana gelen cılız/zayıf din ve dindarlık anlayışıdır.

Her kültürde olduğu gibi, kültürümüz içinde de geçmişten günümüze en çok sömürü konusu yapılan değerlerin başında -ne yazık ki- yine “din” vardır.

Dinî sömürü; siyasîekonomiksosyaletnik ve cinsellik gibi bir çok alanda yapılmıştır. Ancak geçmişten günümüze din sömürüsünün en çok siyasî ve ekonomikalanlarda çıkar sağlamak amacıyla yapılmıştır. Dini sömürülerin en tehlikelisi ise, dinin siyasi çıkarlara alet edilmesidir. Bu, her açıdan çok açık ve net bir gerçektir.

Ne şekilde olursa olsun, prim verilmemiş olsaydı; ne İslam ümmeti içinde, ne de milletiz içinde din sömürüsü bu kadar yaygın şekilde gerçekleştirilemezdi. Akıl, mantık, bilgi, sorgulama ve düşünmeden yoksun  duyguların rehberliğinde hareket eden bir millet, sömürücüler için çok müsait bir oyun alanıdır.

Her anlamda sömürülmeye eğilimli ve yatkın bir toplumda kötü niyetli insanlar tarafından sömürü aracı haline getirilebilecek sayısız alan vardır. İşte bu alanlardan en verimli ve etkili olanlarından biri de “din” kurumudur.


KAYNAKÇA

[1] Bkz. Örnekleriyle Türkçe Sözlük, MEB Yayınları, Ankara, 1995, c. 2, s. 1429.

[2] Bkz. TDV İslam Ansiklopedisi, c. 37. S. 108-109.

[3]  Kelâm: İslâm dininin ana ilkelerini konu edinen bilim dalı.

[4] Fırka: Siyasî ve itikadî mezhepler için kullanılan bir terim.

[5] Şia: Hz. Peygamber’in vefatından sonra devlet yönetiminin Hz. Ali’ye ve onun soyundan gelenlere ait olduğu düşüncesi etrafında birleşen çeşitli dinî grupların ortak adı.

[6] Bkz. Evâʾilü’l-Maḳālât, s. 6-7.

[7]   Mu‘tezile: İtikadî meselelerin yorumunda akla ve iradeye öncelik veren kelâm mezhebi.

[8] Kerrâmiyye: IX. yüzyılın sonlarından itibaren Horasan ve Mâverâünnehir’de ortaya çıkan itikadî mezhep.

[9] Fısk: Dinin emir ve yasaklarına aykırı davranma anlamında bir fıkıh ve hadis terimi.

[10]   Bkz. Hadis, Müslim, “Fiten”, 70.

[11]Fasık: Dinin emir ve yasaklarına aykırı davranma anlamında bir fıkıh ve hadis terimi.

[12] Küfür: Din adına tebliğ ettiği konularda peygamberi tasdik etmemek, onaylamamak anlamında bir terim.

[13]  Ezârika: Hâricîler’in ilk büyük fırkası.

[14] İbâzıyye: Hâricî fırkalarının en mutedili ve günümüze ulaşan tek kolu.

[15] Bkz. İhşâʾü’l-ʿulûm, s. 71. Daha çok Şîa’ya mensup olan ve aşırı düşünceler taşıyan gruplar için kullanılan, İslâm toplumu tarafından tasvip edilmemeyi belirten bir terim.

[16] Takiyye: Kişinin canına ya da malına yönelik bir tehlike karşısında inancını gizleyip gerektiğinde aksini söylemesi anlamında bir dinî terim.

[17] Zeydiyye: VIII. yüzyılın ilk çeyreğinde Irak Kûfe’de doğup Irak, Taberistan ve özellikle Yemen’de varlığını sürdüren ılımlı bir Şiî fırkası.

[18] Mürcie: İslâm’ın ilk dönemlerinde ortaya çıkıp ılımlı ve uzlaşmacı fikirleriyle tanınan itikadî ve siyasî fırka.

[19] Ehl-i Sünnet: Hz. Peygamber ile ashabın dinin temel konularında takip ettikleri yolu benimseyenler anlamında bir İslamî mezhep/fırka. Diğer adı Sünnîlik’tir.

[20] Hucurât Suresi 9. Ayet: “Eğer inananlardan iki grup birbirleriyle savaşırlarsa aralarını düzeltin. Eğer biri ötekine karşı haddi aşarsa, Allah’ın buyruğuna dönünceye kadar haddi aşan tarafa karşı savaşın. Eğer (Allah’ın emrine) dönerse, artık aralarını adaletle düzeltin ve (onlara) adaletli davranın. Çünkü Allah, adaletli davrananları sever.”

[21] Cemel Vakası: Hz. Ali ile Hz. Âişe arasında cereyan eden savaş (H. 36/656).

[22] Gulât: Daha çok Şîa’ya mensup olan ve aşırı düşünceler taşıyan gruplar için kullanılan, İslâm toplumu tarafından tasvip edilmemeyi ifade eden bir terim.

[23] Gâliyye: Daha çok Şîa’ya mensup olan ve aşırı düşünceler taşıyan gruplar için kullanılan, İslâm toplumu tarafından tasvip edilmemeyi ifade eden bir terim.

[24] Muğîriyye: Mugīre b. Saîd el-İclî’nin (ö. 119/737) görüşlerini benimseyen aşırı Şiî fırkası.

[25] Beyâniyye: Ebü’l-Beyân Nebâ b. Muhammed b. Mahfûz el-Kureşî’ye (ö. 551/1156) nisbet edilen bir tarikat.

[26] Âl-i İmrân Suresi 138. Ayet: “Bu, insanlar için bir açıklama, Allah’a karşı gelmekten sakınanlar için bir hidayet ve bir öğüttür.”

[27] Kadıyânîlik: Mirza Gulâm Ahmed Kadiyânî (ö. 1908) tarafından kurulan dinî hareket.

[28] Bahâîlik/Bahâîlik: İran’da Mirza Hüseyin Ali Nûrî (ö. 1309/1892) tarafından kurulan ve görüşleri itibariyle İslâm kültürüne dayanmakla beraber İslâm dairesinden çıkmış bulunan bir mezhep.

[29] Dürzîlik: Fâtımî halifelerinden Hâkim-Biemrillâh döneminde (996-1021) Vezir Hamza b. Ali tarafından kurulan aşırı bir fırka.

[30] Ehl-i Hadis: En belirgin özelliği, hadisleri mümkün olduğu kadar yoruma tâbi tutmadan ve kıyasa başvurmadan uygulayan ve aklî-edebî ilimlerden ziyade naklî ilimlerle ilgilenen kimseler.

[31] Selefiyye: İtikadî (inanca dair) konularda Kur’an ve Sünnet’in lafzına bağlı olan ve te’vili kabul etmeyen ekoldür. Bu ekolün temsilcilerinin en önemli özelliği, tahlil ve farklı ilmî çıkışlarla görüş ve düşüncelerini etkin bir konuma getirip kelâm, tasavvuf ve felsefe gibi geleneklere alternatif bir seviyeye çıkarma gayretidir. Onlara göre dinin bütün inanç ve ibadet meselelerinin naslara (Kur’an ve hadisteki açık hükümlere) dayanması gerekir. Çünkü Allah, inanılması gereken hükümleri vahiyle bildirdiği gibi onları ispat ve takviye edecek aklî çıkarımlara da yine naslarda işaret etmiştir. Dolayısıyla bunları anlama çabası dışında başka deliller aramaya ihtiyaç yoktur (Bkz. Takıyyüddin İbn Teymiyye, Mecmûʿu Fetâvâ, XVI, 47.) Bu sebeple onlar, deliller arasında aklî-naklî ayırımına gitmeyi ve dinî bir çerçeveye sahip bulunmayan aklî bir çıkarım alanı oluşturmayı kabul etmezler. Yani akıl ve nakil arasında çatışma ihtimaline karşı çıkarak apaçık aklî delillerle sağlam nakil arasında uyumsuzluğun söz konusu edilemeyeceğini söylerler. (Bkz. Takıyyüddin İbn Teymiyye, Derʾü Teʿârużi’l-ʿAḳl ve’n-Naḳl, I, 155-156, 185.) Bu ekol ayrıca bid‘at ve hurafelere karşı sert eleştirileri ve tartışma metodu aleyhindeki tavrıyla dikkat çeker.

[32] Sûfî: Sâlike Hak yolunda rehberlik yapan kimse, velî, er, eren, pîr.

[33] Hadîd Sûresi, 57/11.

[34] Hîle-i Şer‘iyye: Şekil bakımından hukuka uygun bir işlemi vasıta kılarak yasaklanmış bir sonucu elde etmek amacıyla yapılan muamele anlamında fıkıh terimi.

[35] Yûsuf, Sûresi, 40/12.

[36] Müşebbihe: Allah’ı yaratılmışlara veya yaratılmışları Allah’a benzetme sonucunu doğuran inançları benimsemiş gruplara verilen ad.

[37] Bâtınilik: Nasların (Kur’an ve hadislerin) zâhirî/literal manalarını kabul etmeyen, gerçek anlamları ancak Tanrı ile ilişki kurabilen “mâsum (günahsız) imam”ın bilebileceği temel görüşünü savunan aşırı fırkaların ortak adı.

[38] Bkz. Ebû İshâk İbrahim eş-Şâtıbî, el-Muvâfakât fî Usûli’ş-Şerîa, Beyrut 1997, III. 347-360.

[39] Meşşâî: İslâm toplumunda Aristo sistemini temel alan felsefî hareketlere verilen ad.

[40] Bkz. Kindî, Felsefî Risaleler, çev. Mahmut Kaya, İz Yayınları, İstanbul 2014, s. 129.

[41] Bkz. Hüseyin Certel, “Din İstismarı Üzerine”, İslâmî Araştırmalar, cilt: XXII, sayı: 1 [2011], s. 7.

[42]  Bkz. Güngör, Erol, Değerler Psikolojisi Üzerine Araştırmalar, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1998, s74.

Sosyal Medyada Paylaşın:

1 Yorum

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?

  • YENİ
  • YORUM
Yazarlar tarafından sitede yayınlanan tüm yazılar, resimler ve videolar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir.