BİTMEYEN HİKÂYE: “Din-Bilim Gerginliği” |
Washington D.C. merkezli bir Amerikan analitik-danışmanlık şirketi Gallup’un 2019 yılında 150 bin kişi ile yaptığı mülakat sonucu yayınladığı rapora göre,
dünyadaki insanların çoğu gergin.
Aslında “gerginlik”; sadece 21’inci asrın değil, istisnasız her asrın en büyük sorunu olagelmiştir. Hal böyle olunca, neredeyse her alanda bir gerginliğe şahit oluyoruz; din, bilim ve sanat gibi sosyal birikim ve alanlarda bile… Söz gelimi din, bilimin sorgulamasından rahatsızlık duymakta ve “Bana inanmazsanız beni anlayamazsınız!” diyerek ahlakı ufacık bir alana hapsetmekte; bilim, dini birikimlere bazen “mitoloji” bazen de “metafizik” diyerek “din”i bir tarafa itmekte; sanat ise başına buyrukluğunu ilan edip dünyanın sadece kendi etrafında döndüğünü ileri sürmektedir. Kanımca, tüm asırların en çetin problemi, sosyal birikim ve alanlardaki bu gergin ve endişeli haldir. Bu öyle bir hal ki, bireyin “kimlik probleminden tutalım da uluslararası büyük siyasî kararlara” varıncaya kadar her yerde etkisini hissettirmektedir.
Gerek teorik incelemeler, gerekse pratik hedefler açısından; bu beşerî birikimler arasında mutlak olarak düşünülmeyen bir ayırımın yapılması şarttı. Bilim, böyle bir ayırım için bilhassa Hristiyan Batı Dünyası‘nda çok zor ve bir o kadar da onurlu bir mücadele verdi. Fakat arzu edilirdi ki, böyle bir mücadele,
öteki sosyal birikimleri; kimi zaman “mitoloji”, kimi zaman “teoloji”, kimi zaman da “metafizik” sayıp bir kenara atmasın ve bir kısım psikologların “kültür şizofrenisi” adını verdikleri talihsiz bir duruma sebebiyet vermesin.
Modern psikoloji, bize insan bilincinin “bir bütün” olduğunu söylemektedir. Bu bütünlüğü; ister Descartes (ö. 1650) gibi bir “cevher”; isterse W. James (ö. 1910) gibi bir “akış” olarak düşünelim, sonuç yine aynı kapıya çıkacaktır. Buradan hareketle insanın çeşitli birikimleri arasında “elle tutulur bir ilişki” olduğunu söyleyebiliriz. Bu elle tutulur ilişki, daima çift yönlü olarak çalışır. Örneğin din, bilime; bilim de, dine “etki” eder.
İşte bu yazımızda;
öncelikle yeni bilimsel gelişmelerin dinin anlaşılması ve yorumlanması üzerindeki etkilerini, sonrasında dinin bilimsel faaliyetler üzerindeki etkilerini ana hatlarıyla izah etmeye çalışacağız. Bilimden dine gelen etkileri açıklamak için daha çok Batı Dünyası’ndan, dinden bilime gelen etkileri açıklamak içinse İslam Dünyası’ndan bir takım örnekler getireceğiz. Ardından esas konumuz olan din-bilim gerginliğine ve bu gerginlik hikayesinin ortaya çıkış sebeplerine değinip bir sonuca varmaya çalışacağız.
Din ile bilim arasındaki bu bitmeyen gerginlik hikâyesinin nemenem bir mesele olduğu, çok eski tarihlerden beri; tartışılır, yazılır, çizilir… Bu mesele etrafında tartışılan, yazılan, çizilen şeylerin açığa çıkarttığı yüksek gerilim; Ortaçağ Hıristiyan Dünyası‘nda sayısız insanın da canına mal olmuş ve defalarca ağır bedellerin ödenmesine sebep olmuştur.
Din-bilim ilişkisi, bilimsel çalışmaların en yoğun ve verimli şekilde yer aldığı Hristiyan Batı Dünyası‘ında özellikle son üç asır içinde ele alınmıştır. Bu sebeple asıl konu, genelde bilim ve Hristiyanlık ilişkisi bağlamında ilerlemiştir. Bu alanda ortaya koyulan çalışmaların, her dini ilgilendiren ve ilgilendirmeyen yanları bulunmaktadır. Zira bilim ve teknolojinin ilerlemesiyle ortaya çıkan problemlerin bir kısmı, yalnızca Hristiyanlığı; bir kısmı, yalnızca semavî (kitaplı) dinleri; bir kısmı da, belki de kitaplı-kitapsız tüm dinleri ilgilendirmektedir. Elbette bahse konu gelişmelere her dinî kültürün tepkisi, doğal olarak farklı farklı olmuştur.
Her şeyden önce, her dinin kendine özgü bir takım özellikleri vardır; örneğin, Hristiyanlığın öyle özellikleri var ki, bunların hemen hepsi bilimden yana çeşitli saldırıların hedefi haline gelmiştir. Oysa başka bir din, bu türden özelliklere değil de başka özelliklere sahip olduğu için aynı saldırılara hedef olmayabilir. Bu noktayı biraz daha açmakta fayda var kanımca:
Hristiyanlık, kurucusunun yani Hz. İsa’nın şahsiyeti etrafında örülmüş bir dindir. Hristiyanlar, bu düşünceye o kadar alışmış durumdalar ki, çok uzun bir zaman, İslam dinini kendi ismiyle anmayıp onu “Muhammedîlik” (Muhammedizm) diye isimlendirmişlerdi. Yine Yahudilere göre Hz. Musa, Müslümanlara göre ise Hz. Muhammed; kendilerine Allah’tan vahiy gelen birer insandan ibarettir. Oysa Hz. İsa’da ulûhiyet görmeyen, yani Hz. İsa’yı Tanrı’nın oğlu olarak kabullenmeyen bir insan, -kilise açısından- asla Hristiyan sayılmaz. Çünkü “teslis”, “enkarnasyon”, “aslî günah” vb. gibi temel Hristiyan öğretileri, hep Hz. İsa’nın söz konusu “ulûhiyet” inancı üzerine bina edilmiştir.
Şimdi şunu dediğinizi duyar gibiyim:
Bu inançların bilimle ne alakası vardır?
İlk bakışta doğrudan bir alaka kurulamayabilir; ancak meseleye biraz geniş bir pencereden bakıldığında, Hristiyanlığın ana kelamî inançları ile bilim arasındaki alakanın temelinde az önce bahsettiğimiz “ulûhiyet” inancının yattığı görülecektir. Ulûhiyet, öyle bir inançtır ki bugüne kadar hiç kimse tarafından “anlaşılabilir” bir forma sokulabilmiş değildir. Bu yüzden tarih boyunca, onun “esrarengiz” yani “olduğu gibi inanılması gereken bir inanç esası (akide)” olduğu söylenmiş ve bu yolla o, bilimin ve felsefenin tenkit ve sorgulamalarından uzak tutulmak istenmiştir. Haliyle bu durum, dini cenahta, “dar imancı” (fideist) bir anlayışa tohumlarını atarken; bilimsel cenahta, “katı pozitivist” fikirlerin güç kazanmasına sebep olmuştur. Sözün kısası, henüz işin başında iken; sağlam bir din-bilim ilişkisinin kurulması için şart olan ortam ve zemin hazırlanacağına, “asırlar boyu sürecek bir gerginliğin tohumu” ekilmiştir.
Din-bilim gerginliğinin başka bir nedeni ise, Hristiyanlığın büyük oranda bir “mucizeler” dini oluşudur. Söz misali Hz. İsa’nın dünyaya gelişi, çarmıh olayı, tekrar dirilmesi, sonunda gökteki babasına yükselişi ve daha sayısız olay, hep “mucizevi” olaylar olarak sunulmakta ve bu bağlamda açıklanmaktadır. Bu sebepledir ki, Hristiyanlıktaki din-bilim gerginliğinde, “mucizeler” konusu her zaman başı çekmiş ve “gerginlik”lerin önemli bir kısmı hep bu alanda vuku bulmuştur.
Hristiyanlığın, Yahudiliğin kutsal metinlerinin ve orada yer alan kozmolojik (evren bilimsel) öğretilerin tamamını bünyesine katması da, din-bilim gerginliklerinin yaşanmasına sebep olmuştur. Bu da Hristiyan bilim ve düşünce adamları için ilave bir takım güçlüklerin ortaya çıkması anlamına gelmektedir. Çünkü jeoloji, biyoloji, arkeoloji ve antropoloji gibi bilim dallarının elde ettiği veriler, –bunları değerlendirebilecek olanların gözünde- Tevrat metinlerinin ileri sürdüğü kozmolojik, biyolojik ve antropolojik görüşlerin tamamını reddetmektedir. Bu durum Hristiyanlığı derinden etkilemektedir. Zira yukarıda kısaca değindiğimiz temel Hristiyanlık esasları, -geniş ölçüde- reddedilen bu öğretilere dayanmaktadır.
İnsanların, özellikle kendilerinin mensup oldukları dinlere, dahası bu dinlerin de belli başlı öğretilerine karşı çıktıkları gerçeğini unutan bazı kişiler;
Hristiyan Batı’nın 19‘uncu asırdaki bu gerginliğini; bazen “bilimcilik”, bazen “olumlu düşünce”, bazen de “batılılaşma” adı altında İslam Dünyası’na servis etmişlerdir. Batıdaki bu fikri ve ilmi gelişmeler/değişmeler, güncel anlamda takip edilmediği için de “geçmiş asırların bu gerginliği” İslam Dünyası’nda hala tazeliğini korumaktadır. Oysaki Hristiyanlığın problemleri ile İslam’ın problemleri aynı değildir. Nitekim, bildiğimiz sistemin merkezinin yeryüzü değil de güneşin olduğu fikri ortaya atıldıktan sonra, Jean Calvin (ö. 1564), tabir yerindeyse ortalığı birbirine kattı. Çünkü Kutsal Kitap‘ta (İncil) bu durum şöyle açıklanır: “Arz (yeryüzü) öyle tespit edilmiştir (sabitlenmiştir) ki asla yerinden oynatılamaz.”
Yine bazı Hristiyan ilahiyatçılar, Darwin‘in (ö. 1882) ortaya attığı doğal seleksiyona bağlı evrim fikrini, sırf “Hz. İsa’nın ortaya çıkışı mucizesi/inancı” ile çeliştiği için reddetmişlerdir.
Yine determinizm, yani; belirlenircilik, gerekircilik veya belirlenimlilik evreninin işleyişinin, evrende gerçekleşen olayların çeşitli bilimsel yasalarla (örneğin fizik yasalarla) belirlenmiş olduğunu ve bu belirlenmiş olayların gerçekleşmelerinin zorunlu olduğunu öne süren öğreti de, sırf dinde anlatılan mucizeleri izah etmek güçleştiği için karşı çıkılmıştır. Oysa bir Müslümanın ya da Budistin, bu görüşler karşısında farklı farklı tepkiler göstereceği ve farklı tutumlar içinde olacağı açıktır.
Öte taraftan bir çok bilim adamı da, kendilerine göre anlayıp yorumladıkları dini anlayışa değil de Kilise’nin takdim ya da dikte ettiği görüşlere isyan bayrağı açmıştır. Ayrıca Kilise’nin kavgalı olduğu bilim adamları arasında “dindar” olanların sayısı küçümsenmeyecek bir sayıyı teşkil etmektedir.
Bu meselenin İslam ayağı da şöyledir:
İslam’da otorite, Kur’an ve Sahih (güvenilir) Sünnet olduğu için Müslüman bilim insanlarının takip edeceği yol da, tümüyle farklı bir rotada olacaktır.
Buraya kadar anlattıklarımdan hareketle, “günümüzde dinlerarası bazı ortak gerginlik noktalarının bulunduğu” fikrini reddettiğim düşünülmesin:
Diyalektik ve Materyalizmin her çeşidi, katı pozitivizm, Feudizm vb.; lokal değil de, genel olarak ele alındıklarında üç büyük din (Yahudilik, Hristiyanlık ve Yahudilik) için de ortak ciddi gerginlikler doğurmaktadır. Örneğin; “Bilimsel veriler, bedenin ölümünden sonra hayatın tümüyle bittiğini ortaya koymaktadır.” şeklindeki bir görüş, üç büyük dinde de var olan (ve ne ölçüde bilimsel olup olmadığı ayrı bir konu olan) “Yeniden Dirilme”yi (haşr) karşısına almış durumdadır. Şayet dinler açısından farklı ve benzer gerginlik noktalarının tespitinde ciddi bir gayret gösterilirse, din-bilim ilişkisi konusunda Batı’da gerçekleştirilen incelemelerden geniş anlamda istifade edilebilir.
Günümüzdeki din-bilim gerginliğinin, eskiye nazaran daha rahat ve sakin bir ortamda seyrettiğini söylemek mümkündür. Çünkü her şeyden önce, 19’uncu yüzyılın “kendini beğenmiş” bilimciliği ve pozitivizmi tarihe karışmıştır. Artık Batı Dünyası’nda da o yüzyıla özgü bir din-bilim gerginliğine rastlamıyoruz. Batı, bu gerginliği, bilim ve din anlayışında yaptığı köklü değişimler sayesinde -bir nebze de olsa- ortadan kaldırmıştır. Nitekim günümüzün bilim insanlarının çoğunun, geçen yüzyılın bilim insanlarına oranla daha az iddialı oluşu, bu gerçeğin bir kanıtıdır. Elbette bu süreçte Kilise’nin gücünün zayıflaması ve Kilise mensuplarının düşünce dünyasında meydana gelen değişim ve gelişimler, Kilise’nin bir baskı aracı olma durumunu ortadan kaldırmıştır. Bu da kendi safında yer alan bilim adamlarının gereksiz bir gerginliğe girmelerine ihtiyaç bırakmamıştır. Özellikle de astronomi ve fizik sahasında meşhur olan bilim insanlarının genel tutumları da, bu gergin havanın kırılmasına sebep olmuştur.
Bu gerginliğin günümüzde daha hafif türbülanslarla ilerlemesinde hiç şüphesiz bazı din adamlarının bu konuda ortaya koydukları tutum değişikliği çok etkili olmuştur. Öncelikle bahse konu din adamları, saldırıya açık dini konuları ciddi bir şekilde yeniden gözden geçirip Kutsal metinleri hem bilimsel hem de tarihi boyutlarıyla derinlemesine ve tarafsızca tahlillere tabi tutarak onları tekrardan yorumlamaya çalıştılar. Örneğin bu çalışmalar neticesinde din adamlarının ulaştığı en çarpıcı sonuçlardan biri şuydu:
“Hristiyanlığın kutsal metinleri, birileri tarafından tahrif edilmiş olup onların tamamının vahiy ürünü olduğu söylenemez. O yüzden bu metinlerde yer alan ve bilimin saldırısına maruz kalan görüş ve fikirlerin çoğu, onların yazıldığı dönemin bilimsel olmayan düşüncelerini yansıtmaktadır.”
Bir diğer çarpıcı sonuç da İngiliz Kilisesi’ne bağlı ünlü bir bilim ve din adamı olan F. W. Barnes‘in ağzından dökülen şu sözlerdi:
“Markos İncili’ni yazan Markos, çok saf bir insandı. Onun İncil’inde aktarılan bilgileri modern bilgilerimiz ışığında ele aldığımızda, onları tarihi hakikatler olarak görmemize imkan ve ihtimal yoktur.” (Bkz. The Rise of Christianity, London 1974, s. 108.)
Yazımın tam bu kısmında antrparantez olarak belirtmek isterim ki Müslüman din adamları, Kur’ân‘nın aşağıdaki ayetlerine dayanarak birinci iddiayı en başından beri öne sürmüşlerdir:
“Onlardan (Kitap ehlinden) bir grup var ki, Kitab’dan olmadığı hâlde Kitab’dan sanasınız diye (okudukları) Kitap’tanmış gibi dillerini eğip bükerler ve, “Bu, Allah katındandır” derler. Hâlbuki o, Allah katından değildir. Bile bile Allah’a karşı yalan söylerler.” (Âl-i İmrân, 3/78.)
İlgili diğer ayetler ise şunlardır: (Bakara, 2/79, 88, 89, 100, 146; Âl-i imrân, 3/71, 183; Nisa, 4/156, 157, 171; Maide, 64, 82; Tevbe, 9/30, 34; Kehf, 18/4-5.)
Ayrıca şunu da bilmek icap ediyor:
Bir Müslüman din bilginin Kur’ân-ı Kerim’e yukarıdaki iddialar çerçevesinde bakması imkân dahilinde değildir. Gerçi her ne kadar öyle ise de Kur’an’da yukarıda sözünü ettiğimiz manada kozmolojik iddialar bulunmamaktadır. Ancak varsayalım ki bilimin ulaştığı bir sonuç ile Kur’ân-ı Kerim’de yer alan bir söylem uyuşur gibi durmuyor; işte Müslüman din bilginin bahse konu söylem hakkında “o dönemin bir değerlendirmesidir” demesi, hiç de kolay değildir. Bu durumda onun, bu mesele için başka çözüm yollarına başvurması gerekecektir.
Hristiyan dünyada, İncil metinlerini çağdaş bilgiler ışığında yorumlayabilmek için çok daha cüretkâr ve radikal çarelere de başvurulmuştur. Örneğin; meşhur Alman oryantalist/şarkiyatçı Rudolf Bultman (ö. 1976) hem yirminci yüzyılın bilimsel fikirlerine hem de Ahd-i Cedîd‘in (yani Kitâb-ı Mukaddes’in sadece hıristiyanlara ait olan ikinci kısmının) dünya görüşlerine inanmanın, Hristiyanların işini gereksiz yere zora soktuğunu ileri sürer ve bunu çözmenin yolunu ise şu sözlerle tarif eder:
“İncil, çoğunlukla mitolojik bir dil kullanmakta ve mesajlarını öylece sunmaktadır. Esasen bu mitolojilerde anlatılmak istenenlerin nesnel/gerçek tarih ile hiçbir alakası yoktur. Bu sebeple İncil’i bu mitolojilerden bir an önce kurtarmak gerekmektedir.”
Hristiyan kutsal metinleri bazı proteston müsteşriklerin (yani doğu bilimi uzmanlarının) elinde öyle bir noktaya geldi ki; yerleşik Hristiyanlık görüşü, artık “dünyevîleşmiş Hıristiyanlık”a, üstelik de Yüce Tanrı fikrinin arka planda kaldığı bir din anlayışına bıraktı. Bu gerçeği görmek için J.A.T Robinson‘un “Allah’a Karşı Açık Yüreklilik” ve Paul Van Buren‘in “İncil’in Laik Anlamı” adlı kitaplarına bakılabilir. (Bkz. Robinson, Honest to God, Londra, 1963; Buren, The Secular Meaning of the Gospel, New York, 1963.)
İslam Dünyası’nda, çok kısa ve öz bir örnek verecek olursak; dünyanın hareketsiz olduğuna inanmak, Abdülkâhir el-Bağdâdî tarafından, Ehl-i Sünnet’in ittifakla kabul ettiği hakikatler arasında anılmış, aksi görüşü savunmak ise tabiri yerindeyse “Allahsızlık ve Materyalistlik” sayılmıştır. Oysaki din ve bilim, -tamamen olmasa da- birbirinden bağımsız iki alandır. Bir kere şunu kesinlikle bilmek lazım; din, bir inanç ve kabul işidir. Gerçi dinî fenomenlerin rasyonel, toplumsal ve bilimsel sonuçları olabilir. Ancak bunların bahse konu sonuçlardan herhangi birine indirgenerek izaha çalışılması doğru değildir. Bununla birlikte din, bizden sağlam delillerin bulunmadığı durumlarda bile çoğu zaman sorgulamadan inanmamızı ister. Bilim ise hiçbir şeyi olduğu gibi inancımıza dayanarak kabul etmememizi, öykü ya da anlatı niteliğindeki kanıtları ise reddetmemizi bekler. Bilim açısından derinlemesine şüphecilik, temel ahlakî bir ögedir. Din ise şüpheciliği manevi gelişmenin önünde bir engel olarak görür. Bu sebeple, çağlar boyunca bu iki alan arasında hep bir gerginlik oluşmuştur.
Din ile bilim, hem kuralları ve normları hem de amaçları bakımından birbirinden farklı iki ayrı saha ve iki ayrı mecradır. Bu iki alanın kendilerine özgü prensipleri ve metodolojileri vardır. O yüzden birinin diğeri ile karıştırılmaması ya da birinin diğeri uğruna ıskalanmaması icap ediyor. Aksi halde bunun sonucunda yaşanacak gerginlikler, zihin dünyamızda çözümü çok güç ikilemlere sebebiyet verebilir.
Aslında bu meselede en mantıklı ve bütünsel yaklaşım biçimi, çifte gerçeklik olabilir. Çünkü bu yaklaşım biçimine göre din ile bilim, nitel olarak birbirlerinden ayrı iki gerçeklik sistemini temsil eder. Din daha çok varlıkla ilgili büyük problemlere cevap verme, bilim ise akıl sayesinde otonom tabiat düzeninden fiziksel ve sosyal dünyaya yön verecek ilke ve prensipleri çıkarma işlevi görür. İkisi arasında ilgi ve ilişki olmadığı için, gerginlik de olmaması gerekir. Belki bu noktada din ile bilimin birbirini az çok tamamladığından da söz edilebilir, ancak burada söz konusu olan tamamlayıcılık; kutsal metnin içinde değil, bu metnin sık sık göndermede bulunduğu dış dünyada aranmalıdır. Örneğin, insanoğlunun yaratılış itibariyle üstün bir varlık olduğunu anlayıp kavramak için, Kur’an vahyinin ilk muhataplarınca çıplak gözlem yoluyla tanınarak bilinen nutfe, alaka ve mudga gibi basit ve açık anlamlı lafızlardan sözde mucizevi manalar çıkarmaya çalışmak yerine; embriyoloji, fizyoloji ve anatomi gibi bilim dallarındaki uzmanlardan brifing almak herhalde daha aklı başında bir hareket olacaktır.
İslam inancına göre Kur’ân’ın da evren ve içindeki yasaların da esas sahibi Yüce Allah’tır. Bu sebeple bu iki şey arasında özsel bir ihtilaf olamaz, olmamalıdır. Ne var ki bu iki şeyden her biri farklı amaçlar taşıdığı için bunları birbirine karıştırmamak, dolayısıyla da kendisini dinî-ahlâkî bir rehber diye nitelendiren Kur’an metninde bilimsel veriler aramamak gerekir. Şu da var ki bilim hidayet ve manevi gerçekliği aramakla uğraşmaz. O yüzden onun keşifleri ve gerçekleri Kur’an ayetleri ile aynı geçerliliğe sahip olamaz. Çünkü bilim bir sorun çözme girişimidir, yani verili bir model ve dünya görüşü içinde problemleri çözmek için geliştirilmiş bir metot ve bir tekniktir. Öte taraftan bilimsel verileri dinî argümanlarla kanıtlamaya çalışmak, bir anlamda vahyin ontolojik statüsünün sorgulanmasına kapı aralamaktır. Bu yüzden, iki ayrı gerçekliğin alanlarını iç içe olacak şekilde kurmak; sadece Kur’an metninin ontolojik statüsünü değil, epistemolojik statüsünü de sorgulamak ve sorgulandığı için de onu yıpratmak anlamı taşır.
Kısaca anlatmaya çalıştığım şudur:
Dini metinlerden bilim okumak ve/veya söz konusu metinleri modern bilim hakkında konuşturmak, çok boyutlu açmazlar ve sakıncalar doğurur. Karl Popper’in “Bilim tarihi doğru olduğu kabul edilen teorilerin yanlışlanmasının tarihidir.” sözünü de göz önünde bulundurarak, doğa bilimlerinde mutlak bir kesinlikten söz etmenin mümkün olmadığını, hatta en güvenilir bilgiyi sağlasa bile kanıtlanamaz durumda olmasından dolayı modern bilimlerin ve içerdikleri verilerin mutlaklık değeri taşımadığını, dolayısıyla bu nitelikteki verileri dinî alanda kullanmanın son derece problemli olduğunu özellikle bilmek gerekir. Bu yüzden aklî ve dinî bilgi arasındaki ilişki çok doğru temeller üzerine oturtulmalıdır. Aksi takdirde din ile bilim arasındaki bu gerilim hikayesi hiçbir zaman bitmeyecektir.