• DOLAR
  • EURO
  • ALTIN
  • BIST
Sabri ABDULLAHOĞLU
Sabri  ABDULLAHOĞLU
sabriabdullah@yandex.com
İSLAM’IN HAM YOBAZLARLA İMTİHANI: “Asırlar Arası Bir Mukayese Denemesi”
  • 0
  • 533
  • 06 Ekim 2019 Pazar
  • 1 Puan2 Puan3 Puan4 Puan5 Puan
  • +
  • -

Yobaz; kaba-saba, haşin, saldırgan; dinde taassubu aşırılığa vardıran ve başkalarına baskı yapmaya yönelen, müsamaha ve hoşgörüden yoksun, düşüncelerinde aşırılığa ve zorlama yorumlamalara kaçan kimseye verilen addır. (Bkz. TDK)

Ham yobazlığın temelini oluşturan taassup ya da diğer adıyla fanatizm; insanın sevdiği ve sevmediği her şeyde abartıya kaçması ve kendi bilip duyduklarını “tartışmasız doğru”, başkasınınkini ise “tartışmasız yanlış” görmesinden kaynaklanır. Saf cehalet ve bencilliğin bir ürünü olan bu duygunun, barış ve hoşgörü dini olan İslam ile uzaktan yakından bir alakası yoktur. Nitekim Peygamber döneminde yaşayan Arap müşriklere, “Cahiliyye Toplumu” adı verilmesinin temel sebebi; bilinmesi gerekenleri hiç bilmemeleri değil, onları yanlış bilmeleri ve bu yanlışlarında ısrarcı, dayatmacı ve saldırgan bir tutum içinde olmalarıdır.

İnsanlığa çağrısına İKRA’ (OKU) gibi iddialı bir motto ile giriş yapan İslam, cehaleti EN BÜYÜK DÜŞMAN, ilim (bilgi) ve araştırmayı ise EN BÜYÜK REHBER olarak görür. Hatta belli bir seviyede ilim (bilgi) ve yakîne (hakikate) sahip olmayan kişilerin imanını geçerli saymaz. Çünkü İslam’a göre gerçek bir mü’minde (inanan) bulunması gereken Allah aşkı; gücünü, bilgisizlik ve zorbalıktan alır ise, dinî eylem ve davranışlarda -ister istemez- bir sapmaya sebebiyet verecek ve kişiyi taassup, aşırılık ve yobazlık bataklığına çekecektir.

İslam ile yaşam arasında hayati bir nokta vardır ve bu noktanın çok doğru tespit edilmesi gerekmektedir. Aksi halde karşımıza, kasabın eline neşter alıp ameliyat masasına geçmesi gibi İslam’ı yaşamında hoyratça ve cahilce kullanan bir tip çıkacaktır. İslam’ın ilkelerinin yaşamla nasıl ve hangi çerçevede kesişeceği doğru anlaşılmadığında ortaya çıkacak insan tipi, ne yazık ki kaba, anlayışsız ve her anlamda müsrif bir ham yobaz Müslüman(!)dır.

Yobazlık sadece dinde rastlanan bir olgu değildir; kendi düşünce ve bilgisinden başka doğru kabul etmemek ve eleştiriye kapıları tamamen kapatmak da bir tür yobazlıktır. Bu anlamda iki çeşit yobazlıktan bahsedilebilir:

1- Dinî bilgisi kıt olan dindarların yobazlığı

2- Dini yeterince bilmediği ve asli kaynaklarından okumadığı halde/için dine salt karşı çıkan sözde aydınların yobazlığı

Sözde aydınların yobazlığı, sıradan bir yobazlık değildir. Zira o, saf/süzme bir bilgisizliktir ki buna kısaca DUBLE BİLGİSİZLİK diyebiliriz. Çünkü bunlar; -din konusunda- hem yanlış bilgilere sahiptir, hem de bu yanlış bilgilere sahip olduklarının farkında değildirler. O yüzden bunun tedavisi hayli zordur. Yeri gelmişken son zamanlarda sosyal medyada “viral” olan şu sözü hatırlamamak olmaz:

“Dindar olduğu için artık ahlaka ihtiyacı kalmadığını düşünenler ve içki içtiği için kendini aydın zannedenler arasında ezildik kaldık, delirmek üzereyiz…”

İşte HAM YOBAZLAR, tam da bu ikinci grubun üyeleridir. Ancak bu yazımızda biz; ikinci grubun değil, birinci grubun yani “Dini Bilgisi kıt olan dindar yobazlar”ın üzerinde duracağız. Çünkü bu iki grubu da tek kalemde anlatmaya kalkarsak bu yazı, okuyucu için hem çok uzun/yorucu hem de çok karmaşık bir hal alacaktır ki bu da, yazının okunma ve anlaşılma oranını düşürecektir.

Bu girişten sonra, şimdi esas konumuza geçebiliriz:

Ne yazık ki yaşadığımız dünya;

elinden ve dilinden Allah, Kitap, Peygamber düşmeyen; ama dini en ufak bir vicdanî rahatsızlık duymadan- nalıncı keseri gibi kendi tarafına yontan, her konuda kendisini meselenin tam orta yerine koyarak nasları (dinî metinleri) paşa gönlüne göre esnetip yorumlayan, bilimsel metodoloji ve usulden yoksun/habersiz bir şekilde ve üstelik de dinin iki esasını (Kur’an ve Sahih Sünnet) göz ardı ederek savunduğu diskur ve söylemi yalnızca cımbızladığı bir ifadeye ya da cümleye dayandıran, dar dünya görüşüne göre bir Müslüman portresi(!) çizen ve bu yetmezmiş gibi onu başkalarına da empoze etmeye çalışan, dünyayı sadece siyah ve beyazdan ibaretmiş gibi gören ve ara tonlara hiç mi hiç tahammülü olmayan, ötekileştirdiği insanların hayatlarını hiçe sayan ve sırf kendisi gibi düşünmediği için en has dindarı bile tekfir etmekten (aforoz etmekten) bir an olsun çekinmeyen HAM YOBAZLAR ile dolu…

Bu ham tipler; -en çok- fakirlik, cehalet ve ayrışmanın baş gösterdiği yerlerden beslenir ve daha çok saf/temiz insanlara odaklanarak onları peşlerinden sürüklerler. Okuyan, yazan ve sorgulayan insanlardan haz etmez; eğitime, öğretime, araştırmaya, kitaba ve yeni fikirlere düşmanlık ederler. Çünkü toplum bu konularda aydınlandıkça bu tiplerin halk nezdindeki meşrutiyetleri sarsılıyor ve kullandıkları firavunî taktik artık kimseye sökmez hale geliyor. Bu firavunî taktik; geleceğini düşünemez/sorgulayamaz hale getirdiği insanları, başkalarına muhtaç bırakma ve gününü gün eden hafif meşrepliler haline getirerek onları “kolay gütme” taktiğidir.

Bu sinsi taktiğin örneklerine, tarihin her döneminde rastlamak mümkündür. Çünkü beşerin olduğu her yerde, bu tipler mutlaka olacaktır. İsterseniz, Hz. Muhammed (ö. 632) asrından ve sonraki asırlardan şu dört ibretlik örneğe bakalım:

1. Örnek:

Hz. Muhammed (sav), müellefe-i kulûb olarak nitelenen kimselere bazı maddî yardımlarda bulunuyordu. Müellefe-i Kulûb; maddî yardımda bulunmak suretiyle gönüllerinin İslâm’a ve Müslümanlara karşı yumuşatılması arzulanan gayr-i müslimleri, kendilerinin veya bağlılarının İslâm’ı benimsemesi umulan yahut zarar vermelerinden korkulan veya düşmana karşı himayeleri istenen nüfuz sahibi kimseleri ve dinde sebat etmeleri arzulanan yeni Müslümanları belirtmek için kullanılan bir tabirdir. Kaynaklarda Hz. Muhammed’in (sav) bu siyasi hamlesinin o dönemlerde çok olumlu sonuçlar getirdiği kaydedilir. Ne var ki o dönemin bahse konu tiplerinden biri, bu uygulamaya bile itiraz etti. Kendisini başkalarıyla kıyasladı ve “Benim payım ile Ubeyd’in payı, Akra ile Uyeyne arasında taksim ediliyor!” diyerek şiirleriyle Hz. Peygamber’i (sav) eleştirmeye başladı. Oysaki o gün, o kişiye yani Abbas İbn Mirdâs‘a da karşılıksız olarak tam 40 deve verilmişti. Ancak o kendisine karşılıksız verilen paya değil de başkasına düşen paya odaklanmış ve bunu bir statü farklılığı olarak yorumlayarak bir çocuk gibi sızlanmaya başlamıştı.

(Bkz. DİA, “Abbas b. Mirdâs”, c. 1, s. 27.)

2. Örnek:

Günün birinde Hz. Muhammed’in (sav) yanına, Zülhuveysıra adında bir adam geldi ve şöyle dedi: “Yâ Muhammed! Bugün ben, senin yaptıklarına şahit oldum. Senin adaletli davranmadığını görüyorum. Âdil ol!”  Orada bulunan herkes, donup kalmıştı. Çünkü bu ağır ithamlar, bir peygambere yöneltilmişti. Herkes, Hz. Muhammed’in bu ithamlara ne cevap vereceğine odaklanmıştı. Hz. Peygamber (sav), adama şöyle dedi:“Şayet ben de âdil olmazsam, işim bitmiş demektir! Yazıklar olsun sana! Şâyet adalet, benim yanımda değeri olan bir erdem değilse o zaman kimin yanında adaletten söz edilebilir!”  Olanlara şahit olan Hz. Ömer (ra), bu durum karşısında çileden çıkmış ve Peygambere (sav) yönelerek “Yâ Resûlullah! Bırak da şu münafığın boynunu vurayım!” demişti. Tabi ki peygamber fermanı başka idi… Hz. Muhammed (sav) önce Hz. Ömer’e (ra) dönerek “Böyle bir şey yapmaktan ya da yaptırmaktan Yüce Allah’a sığınırım!” buyurdu ve sonra kulağa küpe olacak şu uyarıda bulundu: “Onu kendi hâline bırakın; çünkü ileride onun gibi başka insanlar da ortaya çıkacaklar! Onlar, din konusunda belki çok derin bilgilere ulaşacaklar; Kur’ân’dan başlarını kaldırmayacaklar ama bu, gırtlaklarından aşağıya inmeyecek ve okun yaydan çıkıp da gitmesi gibi dinden uzaklaşacaklar! Bir kere ok çıkıp da gittikten sonra ne yaya bakıldığında oktan bir şey görülebilir, ne okun ucunun konulduğu yerde bir iz kalır ve ne de kirişin olduğu yerde oktan bir eser bulunabilir! Zira o, çoktan hedefine ulaşmış ve hayvanın karnını delip kana bulaşmıştır! Aynı zamanda sizler, onların namazları yanında kendi namazlarınızı; oruçları yanında da kendi oruçlarınızı küçümsersiniz!”

(Bkz. DİA, “Zülhuveysıra” maddesi; “Hurkūs b. Züheyr”, c. 18, s. 390-391.)

3. Örnek:

Bir gün, Kerbelâ’yı kana bulayanlardan birisi, Abdullah İbn Ömer’e (ra) geldi ve üzerinde sivrisinek kanı olan elbise ile namaz kılmanın mahzurlu olup olmadığını sordu. Abdullah İbn Ömer (ra) hiddetli bir şekilde “Fesubhânallah!” dedi ve şöyle devam etti: “Adama bakar mısınız, Allah Resûlünün ‘Hasan ve Hüseyin benim iki çiçek bahçemdir’ dediği evlatlarını öldürenler, şimdi gelmiş bana sivrisineğin kanını soruyor!”

(Bkz. Zehebî, Târîḫ, s. 305; DİA, “Yezîd İbn Ebû Habîb”, c. 43, s. 518-519.)

4. Örnek: 

Sonraki bir kaç asrın benzer tipleri, Basra yakınlarında Abdullah İbn Habbâb‘ın (ra) yolunu kestiler. Önce ona; kim olduğunu sordular ve ardından kendilerinden ona bir zarar gelmeyeceği sözünü vererek sordukları sorulara samimi cevaplar vermesini istediler. Ona yönelttikleri ilk soru; İslam’ın ilk 4 halifesi ile ilgili idi. Hz. Abdullah (ra); cevabında her iki halifeyi de (Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’i) hayır ile yâd etti ve Hz. Osman’ın (ra) ilgili hadisenin hem başında hem de sonunda haklı olduğunu ifade etti. Hz. Ali (ra) hakkında ise “O, Yüce Allah’ı sizden çok daha iyi bilir ve sizden çok daha dindar birisidir; dinî görüşleri de sizden daha isabetlidir!” dedi. Ancak soruyu yönelten zât-ı muhteremler (!) onun bu cevabından pek haz etmediler ve ona “Sen nefis ve arzularına uyuyor ve kişileri; işleri ile değil, yalnızca isimleri ile tanıyorsun. Allah’a yemin ederiz ki seni görülmedik bir şekilde öldüreceğiz!” tehdidini savurdular… Evet, ne dedilerse onu aynen yaptılar; Abdullah ibn Ömer‘i (ra) oracıkta hunharca öldürdüler… Bununla da yetinmediler, yanındaki hamile eşinin karnını yardılar ve onu da oracıkta öldürdüler. 

Aynı kişiler, Hz. Abdullah ve hamile eşinin kanı henüz kurumadan, yani cinayeti işledikten hemen sonra, bir Hristiyan satıcıdan hurma almak istediler; satıcı da onlara “Alın, benden olsun” dedi, bunun üzerine onlar da “Vallahi de biz bunun parasını vermeden alamayız!”  yanıtını verdiler. Duydukları karşında şaşkınlığını gizleyemeyen satıcı onlara şöyle dedi: “Bu ne garip şey; Abdullah İbn Habbâb gibi sahabiyi öldürüyorsunuz, ama parasını vermeden de bizim hurmamızı bile almak istemiyorsunuz!”

(Bkz. Taberi, Târîhu’l-Ümem, V, 82; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil fi’t-Târîh, Beyrut 1385/1965, III, 342.)

Biliyorum, uzattım biraz; ama ben şunu da iyi biliyorum ki, yukarıda sıraladığım örnekler ve içeriğindeki tipler, size hiç mi hiç yabancı gelmedi… O yüzden asrımız ile ilgili buna benzer örnekler vermeye gerek bile duymuyorum. Çünkü onlar; her asırda olduğu gibi asrımızda da dünyanın her yerinde bulunuyorlar… Aramızdalar, onları her gün haberlerden izliyor ve istemesek de onlarla zaman zaman karşılaşmak ve konuşmak zorunda kalıyoruz. Yukarıda da belirttiğim gibi bu tipler, İslam’ın her asırdaki imtihanıdır. Dillerden din, kitap, peygamber düşmüyor; ama hak, hukuk, ahlak ve insanlık hak getire… 

Çok garip ve çarpıcıdır; dünyanın malum savaş bölgelerinde, Allah ve Muhammed isimleriyle süslü bir bayrak taşıyan katiller de “Allah-u Ekber!” diyerek insanları öldürüyor, Allah ve Muhammed‘de inanan masumlar da “Allah-u Ekber!” diyerek ölüme gidiyor. O halde burada büyük bir YANLIŞ, bu noktada büyük bir TERSLİK söz konusu… Şimdi; bu iç acıtan ve insanlıktan nasibini almayan manzaralara/örneklere, yüzeysel ve ön fikirlerle yaklaşılırsa çok yanlış neticelere varılır. Bunları doğru okuyup gerçekçi sonuçlara ulaşmanın tek yolu; onlara “geniş” ve “derinlemesine” bir perspektif ile yaklaşmak ve onları “ön yargısız” bir tutum içinde değerlendirmektir. Nitekim bu türden olay ve hadiselere, söz konusu pencereden bakmak, hem akıl ve bilimin hem de insanlık ve vicdanın bir gereği olsa gerek…

İşte asırlar boyunca bu Müslüman(!) ham yobazlar, İslam dinini, bu bağnazlıkları ve ham davranışlarıyla yanlış tanıtmışlardır. Şu da bir gerçek ki bazı Müslümanlar; bilgisizlikleri, bâtıla (yanlışa) olan kinleri ve çeşitli kışkırtmalar sonucu yobazca davranışlarda bulunmuşlarsa da bu, İslâm’dan kaynaklan(ma)yan bir reaksiyondur yani istisnâi bir durumdur. Çünkü “İslam” ve “Müslümanlık” çok ayrı kavramlar olup bunlar arasındaki farkın net çizgilerle bilinmesi şarttır. Şimdi aklınıza “İslâm” ve “Müslümanlık” arasında ne gibi fark bir olabilir ki diye bir soru gelebilir. Biz bu iki kelimeyi, Türkçe’de hiçbir art niyet taşımadan kullandığımız için, onları eş anlamlı olarak algılayabiliriz, ki algılıyoruz da çoğu zaman… Ancak özellikle din sosyolojisi ve din antropolojisi konulu bazı akademik yabancı metinlerde “Islams”, yani kelimenin tam çevirisi ile “İslamlar” ifadesi kullanılıyor. Bu ifade ile kastedilen anlam, “Müslümanlık türleri”dir. Söz gelimi; Anadolu Müslümanlığı, Kuzey Afrika Müslümanlığı, Balkan Müslümanlığı, Uzak Doğu Müslümanlığı vb. Yani farklı coğrafyalardaki Müslümanlık türleri genel olarak Kur’ân’ın çizdiği çerçevede olup, kültürel ve diğer başka etmenlerin etkisiyle birbirinden farklı olabilmektedir. Bu kimi zaman az, kimi zaman da çok fazla boyutta yaşanabilmektedir.

Konuyu biraz daha açmak gerekirse;

İslâm, Allah nezdindeki zaman üstü evrensel sistem ve düzen’dir! Yüce Allah (cc), yaratmış olduğu bu zaman üstü evrensel sistem ve düzeni, Allah Resûlü’nün diliyle insanlığa bildirmiştir…  Amaç, insanların günlük kaygı ve arzularından öte, ebedî ve ezelî gerçekleri fark ederek; hem hakikatleri olan Allah’ı tanımaları, hem de kendilerinde açığa çıkmakta olan ulûhiyete (Tanrı’ya ait) dair özelliklerle geleceklerini, ebedî hayatlarını inşa etmeleridir…

Şimdi şu can alıcı noktaya dikkat: 

Müslüman, Allah ve Resûlün’ün bildirdiklerine anladığı kadarıyla uyandır! Mülümanlık, Allah ve Resûlü’nün bildirdiklerini kendi kapasiteleri kadarıyla anlayıp yorumlayan insanların genel kabulüdür! Buna, tüm Müslümanların dahil olduğunu söyleyebiliriz. Her bir Müslüman; görgüsü, kültürü, yetişme ortamı, kabiliyeti ve istidadı; büyüyüp yetişmesinde yetişmemizde rol oynayan insanların kapasiteleri ve nihayet büyüyüp serpildiği ortamın toplumsal şartları ile değer yargıları sonucunda DİN HAKKINDA kişisel yorumlarda bulunur ki; bu da, Müslümanlığı oluşturur. 

İslam; izafî, yani göreli ve rölatif değildir. Mutlak, kesin ve değişmezdir. Bu inanç sistemi‘ne Kur’ân-ı Kerim’de SÜNNETULLÂH adı verilir. Galaktik yapıların oluşumu ve varlığından, genetik veritabanlarındaki bilince kadar, her şey bu sistem içinde yer alır ve görev yapar! Hangi seviyede olursa olsun herkes, bu sistem‘den algılayabildiği kadarını kavrar ve alır. Ne var ki Müslümanların çok büyük bir kısmı; Müslüman bir toplumun kozası içinde büyüdüğü halde, bu kozanın dışında bir de “GERÇEK İSLAM” olduğunu fark edemeden bu dünyadan göçüp gidiyor.

Son söz olarak diyebiliriz ki müsamaha ve hoşgörünün kaynağı olan ve bilgiye layık olduğu en büyük değeri veren İSLAM, yobazlığın kaynağı olan cehaleti de, YOK EDİLMESİ GEREKEN BİR TEHLİKE görmüştür. Bu gerçek, hem Kur’an ayetlerinde hem de Hz. Muhammed’in UYDURUK OLMAYAN (sahih) sözlerinde en yüksek tondan seslendirilmiştir. At izinin it izine karıştığı bu asırda, doğrudan ve doğru yoldan sapmamak işten bile değildir… Üstelik kimsenin elinde CENNET GARANTİSİ de yoktur…


Sabri ABDULLAHOĞLU – 2019

Sosyal Medyada Paylaşın:

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?

  • YENİ
  • YORUM
Yazarlar tarafından sitede yayınlanan tüm yazılar, resimler ve videolar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir.