• DOLAR
  • EURO
  • ALTIN
  • BIST
Mesut ERDEMİR
Mesut  ERDEMİR
nicinfelsefe@hotmail.com
FİLOZOFLARLA HAYALİ DİYALOGLAR (3): “Friedrich Nietzsche”
  • 0
  • 448
  • 05 Ekim 2019 Cumartesi
  • 1 Puan2 Puan3 Puan4 Puan5 Puan
  • +
  • -

19.yüzyılın en güçlü Alman filozoflarından biri de F. Nietzsche’dir. Kendisi bir filologtur. Ruhsal olarak hastalandığında Basel Üniversitesi’ndeki kürsüsünü bırakmak zorunda kalmıştır.

Nietzsche felsefesinin ana çizgisi,  kendi çağına toptan bir karşı çıkıştır denilebilir. Çağındaki akılcılığa, felsefe sistemlerine, tarih felsefesi akımlarına ve anlayışlarına ve bütün toplumsal değerlere karşı çıkmıştır. Bu çerçeve içerisinde Nietzsche bir “anarşist” ve “nihilist” kimlik taşımaktadır.  Ona göre felsefe, Sokrates ve Platon’dan bu yana seçkin bir aydın topluluğunun uğraşısı olma yoluna girmiş, insanlık ve yaşama içgüdüsünü hiçe sayan salt akılcı bilgiye tapan bir hal almıştır. Bu durum, yaşam içerisinde anlam kazanan felsefeye aykırıdır. Filozofun tek istediği, insanı, yaşamdan uzaklaştıran kuru akılcı bir uygarlığın kölesi olmaktan çıkarıp kendisi üzerine düşünebilen özgür bir varlık haline dönüştürmektir. Kendisi bunu sağlayabilmenin mümkün olduğunu gösterebilmek için Sokrates öncesi Yunan felsefesine yönelir. Yunan felsefesinin bu gençlik döneminin, ona göre, en önemli özelliği ise felsefe ile tragedya arasında sıkı bir bağ kurulmasıdır.

Tragedya insana ne olduğunu, onu geleneklerle kurulmuş türlü bağlardan kurtararak bildirir. Ona, özgür bir kişilik olduğu bilincini verir. İnsana özgürlük ile alınyazısı arasında bir denge olduğunu bildirir. Yeri gelmişken bu tragedya teriminin ne olduğunu ve nasıl bir içeriğe sahip olduğunu açıklamakta yarar vardır. Tragedyanın temelinde iki tanrının simgesel olarak yer aldığı iki ilke vardı: Dionysos ve Apollon. Dionysos değişmelerin ve ışığa kavuşmak isteyenlerin tanrısıdır. Aynı zamanda coşmanın ve taşkınlığın tanrısıdır. Ama bu taşkın ve coşkulu içgüdünün yanında denge ve ölçüye dayanarak insanı taşkınlıklardan kurtaran Apollon bulunmaktadır. İşte tragedya sanatı bu iki içgüdünün bağdaşması ile doğmuştur. Sokrates öncesi felsefede, bu iki ilke yanyanadır. Filozofun kişiliğin de bu iki ilkenin hem gerginliği hem de birliği bulunur. Eski İyonya filozofları (Thales, Herakleitos, Demokritos vd.) kuru bir akılcı ve mantıkçı değildi. Onlar, bütün özellikleri ile insanlar. Evreni kavramak isterken kendilerini de kavramak istediler. Bunu da yalnız aklı ile değil bütün kişilikleri, heyecanları, yaratıcılıkları, içgüdüleri ve düş güçleri ile birlikte gerçekleştirdiler. Sokrates ve Platonla birlikte –bu tamamen insani olan felsefe bir yana- bırakılmış kuru akılcı bilgiye önem veren insan dışı diyebileceğimiz bir felsefe ortaya çıkmıştır.  İşte Nietzsche felsefenin bu yok oluşuna karşı çıkmış ve onun özüne uygun bir felsefe yaratmaya çalışmıştır. İsterseniz ben sözü çok uzatmayayım ve bundan sonraki kısmı Nietzsche‘nin kendisinden dinleyelim:

Öncelikle size “hoş geldiniz” diyorum. Siz, bu serimizin 3. şeref konuğu olarak aramızda bulunuyorsunuz. Sizden önce Aristo ve Descartes’i bu köşede ağırlamıştık. Ben sözü çok uzatmadan, hemen ilk sorumu sormak istiyorum: Üstadım, öncelikle felsefenizi kısaca özetlemek isteseniz, bu konuda neler söylerdiniz?

Salt doğruluk diye bir şey yoktur. Evrende yalnızca değişme vardır. Bu değişmeye bağlı olarak evrende sürekli bir gelişme olmaktadır.  Bu değişmeyi sürdüren de yaşamın kendisidir. Öyle ise yaşam ve yaşamak her şeyin üstünde olmalıdır. Ben, tarihselciliğe ve akılcılığa dayanarak kendi yaşadığı çağı eleştiren insanlara “Ey insanlar şimdiye kadar yaşama sırt çevirdiniz artık bu verili yaşamı yıkmanın zamanı gelmiştir. Ne adına? Tabi ki insanlığımızı yeniden kazanmak için.” demek istiyorum.

Kendi çağı içerisinde en tehlikeli felsefe, bana göre Hegel felsefesidir. Çünkü Hegel’in etkisiyle bütün düşünce güçleri din, sanat, felsefe vd. yerlerini tarihe bırakmışlar ve tarih tek başına egemen olmaya başlamıştır. Bildiğiniz gibi Hegel tarihin gücü karşısında hayranlık duyar. Tarihin önünde baş eğmesini bilen bir kimse (insan) her türlü güç önünde baş eğmeye başlar. Oysa bana göre, erdemli olabilmek için tarihe ve onun getirdiklerine başkaldırmak gerekir. İnsanlığın amacı, kendi sonuna varmak değil daha ileriye gitmek olmalıdır. Bunu sağlamak içinde insan ilk önce yaşamayı öğrenmeli tarihide yaşam önünde baş eğdirmelidir.

Siz yaşama hakkını, yığına yani halka tanımaktan çok halkın karşısında ki bir avuç seçkine tanımaktasınız.  Şu halde size göre bir ulus, ancak 6-7 büyük adamın “yüzü suyu hürmetine” ayakta kalır. Yaşama da ve tarihe de biçim verenler ise bu büyük insanlardır.

Sayın Nietzsche kendinizle çelişkiye düşüyorsunuz? Nasıl mı? Biraz evvel “Sokrates ve Platonla beraber felsefenin yaşamdan uzaklaştığını kuru bir akılcı bir bilgi haline geldiğini” söyleyen siz değil misiniz? Şimdi kalkıyorsunuz yaşama hakkını sadece bir avuç aydına ya da seçkin topluluğa tanıdığınızı söylüyorsunuz. Oysa eleştirdiğiniz o Platon da sizin yediğiniz haltı yedi ve felsefeyi halkın yapamayacağı bir etkinlik olarak gördü ve hatta ona göre halkın bir erdemi bile olamazdı. Siz ne diyorsunuz, “Yaşama biçim veren büyük insanlardır.” diyorsunuz, doğru mu? Sizin bu anlayışınız; toplumsal sorunlara karşı hiçbir anlayış göstermez; insanın değeri, çalışmanın değeri gibi kavramlar birer kuruntu ve kölelik kültürünün ürünleri olarak görünür… Yine bu anlayış, yaşama ait değerlere, en yüksek değerler nazarıyla bakar…  Bu anlayışa göre büyük adam, bu değerleri yaratan kişidir; yaşama sırt çeviren insanlar, kapı dışarı edilmelidir. Peki şunu sorayım:

Size göre yaşamın içeriği ve anlamı ne ifade ediyor?

Biliyor musun canlı olanı,  yaşayanı, soluk alanı bulduğum her yerde güçlü olanı buluyorum. Daha açık bir ifade ile yaşamın içerisinde güçlülük istencini (iradesini) buluyorum.

Size göre yaşam istenci ile güçlülük istenci arasında bir ilişki var mıdır?

Yaşam içerisinde yaşama istenci, güçlülük istencine bürünür. Kafanı şöyle bir kaldır da içinde yaşadığın evrene şöyle bir bak… Ne görüyorsun? İnan ki güçlülük istencinden başka bir şey göremeyeceksin. Çünkü evrenin özü güçlülük istencidir. Doğada nerede bir savaş varsa bu savaşın adı güçlülük savaşıdır.

Yani bu savaş size göre olması gereken bir savaş ve bu savaş bir doğa yasası öyle mi?

Aynen öyle…

Siz bence insanla doğanın yüzde yüz örtüştüğünü  düşündüğünüz için böyle düşünüyorsunuz. Evrenin ya da doğanın özü güçlülük olduğuna göre ve insanda bu bütünün dışında olamayacağına göre ve insan özgür olmak istiyorsa asla bu genel yasanın dışına çıkmamalıdır.  Bu nasıl bir güç ki insan dahil hiçbir şey bunun dışında kalamıyor. Bence sizin en büyük çıkmazlarınızdan birisi evrene bir bilinçlilik yüklemenizdir.

Bu evren özünde büyük bir güçtür, başı sonu olmayan bir güç; boyuna değişen, ama bütün olarak değişmez olarak kalan bir güç…ve nihayetinde kendi içinde bir oluşu barındıran bir güç…

Sanki bu yaklaşımınızın temelinde bir Darwinci etkilenme görüyorum.

Doğru söylüyorsunuz. Darwin benim yaşama öğretimi etkileyen bir insandır. Ahlak öğretimi de bu temel üzerine oturtmaya çalıştım.

Ahlak felsefenizi daha açık bir biçim de anlatır mısınız?

Bildiğiniz gibi Darwin’in biyolojisi türlerin kalıcı olmadığını, boyuna geliştiklerini, yaşama savaşında güçsüzlerin göçüp gittiğini, güçlülerin kaldığını ve daha yetkin, daha yüksek bir soy yarattıklarını gösterir. Benim de ahlak felsefem bu görüş üzerine kuruludur.

Size bazı sorular yöneltmek istiyorum. Sizin ahlak felsefinizi şu sorular temelinde açabilir miyiz? Bilmiyorum?

  • ➛ Siz ahlakın amacının eşitlik olmadığını mı düşünüyorsunuz?
  • ➛ Toplumsal barış nasıl olurda çıkarlarda uyum sağlanarak sağlanabilir?
  • ➛ Eşitsizlik ve güçlülerin güçsüzler üzerindeki egemenliği size göre doğal bir şey midir?

Bakıyorum, beni doğru anlamışsınız… Bu soruların tümüne bir tek kelimelik yanıt vermek gerekirse, evet… Biliyor musun, benim yaşadığım çağ, köle ahlakının ve iğrenç Hristiyan değerlerinin egemen olduğu bir çağdı. Bana göre bu ahlak yaşamı ortadan kaldırıyor, çünkü bu ahlakın arkasında yığının içgüdüsü bulunmaktadır. Toplumsal yaşamda acı çekenler mutlulara, orta halliler olağanüstü olanlara her zaman karşı olmuştur. Bu durum evrenin güçlülük yasasına aykırıdır.

Zamanınızın ahlakına karşı çıktığınızı biliyorum. Peki insanlara önerdiğiniz yeni amaçlar ve değerler var mı?

Olmaz olur mu kardeşim. Bir kere şunu unutmamak gerekir ki, güçlü ve bağımsız insanların önderliğinde kesinlikle insanlıkta bir ilerleme olacaktır. Yığın kendini feda ederek üstün insanı bekleyecektir.

Böylece “üstün insan” felsefesiyle insanlığın ve dünya toplumlarının geleceğini şansa bırakmıyor musunuz?

Kesinlikle hayır! Bakın yaşamda hep ileriye doğru bir değişme var. Bu değişme insanı da içerisine almaktadır. Yani evrendeki değişme ile insanlıkta kendisini tamamlamış olacaktır. Bugünkü insan yenilmesi, aşılması gereken bir şeydir. Her varlık kendisinden üstün bir şey yaratmıştır. İnsanda kendisinden üstün olan insanı yaratacaktır. Bilmenizi isterim ki maymun, insanın gözünde ne ise insan da üstün insanın gözünde (o)dur. Yeryüzünün amacı ve anlamı da üstün insandır. Öyle ise bizlerde İyonya filozofları gibi tanrısal umutları ve açıklamaları bir yana bırakıp yeryüzüne bağlanmalıyız. İnsan, hayvanla üstün insan arasına bağlanmış bir köprüdür. İnsanın asıl büyük olan yanı da bir amaç olması değil bir köprü olmasıdır. Üstün insana ulaşmak için kendini yok etmesidir.

Anladığım kadarıyla düşüncenizin arkasında seçkinci birey anlayışınız yatmakta… Bu yaklaşımınız, aynı zamanda siz öldükten sonra insanlık için bir felaket döneminin yaşamasına sebep oldu. A.Hitler Almanya da ari ırk görüşünü sizin felsefenize dayandırdı. Tabi bu nokta da kalmadı felsefînizin etkisi; siyasal anlamda faşizm, kültürel anlamda kültür bencilliğine (etnosantrizm) , bireycilik bazında tek bencilik (solipsizm) ve varoluşçuluk (egsiztansiyalizm) gibi modern bunalım felsefelerine yol açtı.

“Bize “modernlik” diye takdim edilen hayata bakınız, orada gözü dönmüş bir çıkarcılık, yalnızlaşma ve yırtıcılık var…

Şiddetin kaynağı, eskiden Ortaçağ ilişkileri ve kültürüydü. Şimdilerde Ortaçağın hunharlığı, modern kan dökücülük yanında çocuk gibi kalıyor. Şiddet, “modern” denen merkezlerden tabana doğru toplumun bütün hücrelerine işliyor… Artık apartmanların dikildiği semtlerde mahalle kahvehaneleri yok. Mahalle kahvelerinin insan ilişkilerinde yaşattıkları sıcaklık, dayanışma, yardımlaşma, barış; bunlar ancak kenar semtlerde soluk almaya çalışıyorlar. Modernliğe yaklaştıkça toplum toplum olmaktan çıkıyor, sürüye ve kalabalığa dönüşüyor; toplumsal bağlar parçalanıyor; doğal insan gülüşünün yerini yapmacık ha-ha-ha hi-hi-hi’ler alıyor. Işıltılı gözler donuklaşıyor. Yüz yüze göz göze ilişkilerin arasına maskeler ve kara gözlükler giriyor.

Ey büyük filozof, senin avazının çıktığı kadar bağırman doğruydu. Unutma ki her iyi niyet, iyi bir niyet olarak kalmıyor. Gelecekte neye dönüşeceği hesaplanmamış sözler ise bir insan kıyımına dönüşebiliyor sevgili filozofum…

21.yüzyıl da insanlık toplu bir çılgınlığın eşiğine geldi. Bilmiyorum sen olsaydın ne yapardın? Senin gibi çıldırarak ölmek de bazen yetmeyebiliyor… 

Hoşçakal sevgili filozofum, seninle konuşma bir zevkti… 

Sosyal Medyada Paylaşın:

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?

  • YENİ
  • YORUM
Yazarlar tarafından sitede yayınlanan tüm yazılar, resimler ve videolar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir.