• DOLAR
  • EURO
  • ALTIN
  • BIST
Mesut ERDEMİR
Mesut  ERDEMİR
nicinfelsefe@hotmail.com
FİLOZOFLARLA HAYALİ DİYALOGLAR (2): “Rene Descartes”
  • 0
  • 476
  • 02 Eylül 2019 Pazartesi
  • 1 Puan2 Puan3 Puan4 Puan5 Puan
  • +
  • -

MESUT:

Sevgili üstadım, sizi felsefe fakültesinde okuduğum yıllarda tanıdım. Aldığınız eğitimin üzerinizde bıraktığı izlerden söz edersiniz sevinirim.

DESCARTES:

La Fleche’i bitirdikten iki yıl sonra 1616’da Poitiers Üniversitesi’nden hukuk diplomamı aldım. Ama babamın isteğinin tersine, aile geleneğinden koparak yazarlığı ve felsefeyi seçtim. Bu kararımın altında yatan temel amaç, dünya kitabını incelemek ve kendi benliğimi araştırmaktı. Gördüğüm eğitim sonucunda kendimi “bilge değil, cahil bir kişi” sayıyorum, dolayısıyla “doğruyu yanlıştan ayırma” tutkusuna kulak veriyordum. 1618’de Felemenk’e giderek İspanya ile savaşan Orange prensinin ordusuna gönüllü subay olarak katıldım. Otuz Yıl Savaşları boyunca orduda  bir çok askeri görevler üstlendim.

MESUT:

Yani cesur ve kahraman bir filozofla karşı karşıyayız demek ki.

DESCARTES:

Ne kahramanı kardeşim, benden ne asker ne de kahraman olur. Benden ancak filozof olur. Biliyor musun  hiçbir çarpışmaya fiilen katılmadım. Kamp yaşamı benim için gerçekte bir derin düşünme ortamıydı. Sizin oralarda karpuz yata yata büyür diye bir laf var. Ben bu lafı kendi yaşamıma uyarladım, “düşünce yata yata büyür” diyorum. Bu tembellik beni matematikle uğraşmaya itti. Özellikle küçük yaşlardan beri yetenekli olduğum matematik, savaş yıllarında en önemli uğraşım oldu.

MESUT:

Felsefe tarihinde gördüğünüz bir rüyadan söz ediliyor.

DESCARTES:

Evet. Bavyera Ordusu’nun Ulm yakınlarındaki karargahındaydım, tarih 10 Kasım 1619 gece, gördüğüm bir düşün de etkisiyle uyandım. Yepyeni ve göz kamaştırıcı bir bilimin temellerini keşfettiğimi hissediyordum. Bu bilim aracılığıyla bütün insan bilgisini sağlam bir yapı içinde birleştireceğimi  düşünüyordum. Bu yepyeni bir bilimdi.

MESUT:

Bize bu bilimden söz ederseniz sevinirim.

DESCARTES:

Ben de Platon gibi matematiği, felsefe araştırmalarım için bir model olarak kullanmak istedim. Amacım kendisinden şüphe edilmeyen ve varlığı bir bütün olarak açıklayan tümel bir bilgiye ulaşmaktı. Bir yandan Eski Yunan’da gelişmiş geometri yöntemlerini, öbür yandan da kendi çağımın cebir bilgisini  derinlemesine inceledim. Matematiğin bu iki dalını da kendi amaçlarım açısından yetersiz ve soyut buluyordum. Geometrinin, biçimlerle uğraşırken, kavrayışı geliştirecek yolları ihmal ettiğini, cebirin ise kimi kuralların boyunduruğunda, karanlık ve karmaşık bir sanata dönüştüğünü düşünüyordum. Kurucusu olduğum analitik geometri, bilgi yolunu tıkayan eksiklikleri gidermek amacıyla bu iki dalın birleştirilmesinin bir ürünüydü.

MESUT:

O zaman sizi analitik geometrinin kurucusu olarak kabul edebiliriz. Sizi bilgi alanında matematiksel kesinliğe iten nedenin dinsel eğitim olduğunu düşünüyorum. Neden böyle düşündüğüme gelince, dini ağırlıklı eğitim alan insanlarda gördüğüm kadarıyla şüphe daha da kuvvetleniyor. Bir din adamını düşününüz: Din adamı Tanrı’nın kurallarına itirazsız uyarken gerçekte bu kuralları doğru bulduğu için uymaz, Cennet ile ödüllendirileceği düşündüğü için uyar. Bir ölçüde Tanrı’nın kendisine inanılması için verdiği rüşvetin tuzağına düşer ve kendi iradesiyle tanrının kurallarına uyduğunu zanneder.  Tanrı bilgisinin nereden ve nasıl geldiğini düşünmeden onu kabul eder. Oysa siz bu konuda çok samimi davranıyorsunuz. Ve bizlere bıraktığınız mesaj; akıl gözünüzle görmediğiniz şeyi kabul etmeyin. Bu Tanrı bile olsa…

DESCARTES:

Sevgili Mesut, ben sizin bu söylediğiniz nedenden dolayı uzun bir süre Avrupa da dinsiz damgasını taşıdım.

MESUT:

İsterseniz ben ölümünüzden sonra neler yaşandığını anlatayım: Sizin ölümünüzle beraber uzun yıllar “kartezyen felsefe” dinsizlikle eşanlamlı olarak kullanıldı.  Cizvitler, sizin kitaplarınızı “Yasak Kitaplar Listesine” (Index Librorum Prohibitorum’a) almaktan geri kalmadılar.

Neden böyle bir tepkiyle karşılaştınız? Oysa benim bildiğim kadarıyla siz dindar bir insan sayılırsınız.

DESCARTES:

Ben size en önemli nedeni söyleyeyim: Ben Skolostik Felsefe’nin, bilginin bilinen nesnenin yapısına göre farklı türlere ayrıldığı görüşünü kabul etmedim. Bana göre insanın bilme yetisinin , neyi bilirse bilsin hep aynı kalması ve  tek bir temel yapısı olması gerekirdi. Bilgide önemli olan başkalarının(Kilise Babalarının) kanıları değil, açık (clara) ve seçik (distincta) biçimde kavradığımız ya da kesinlik taşıyan sonuçlardır. Bilgide yöntemden asla vazgeçilmez. Bende şüphe Sofistlerde olduğu gibi bir amaç değil, sadece gerçeğe ve doğruya erişmenin temel bir aracıdır.

MESUT:

Bilgi yönteminin birçok ilke ve kuralına ilişkin temel düşüncelerinizi,  “Metod  Üzerine Konuşmalar, Aklını İyi Kullanmak ve Bilimlerde Doğruyu Bulmak İçin Metot Üzerine Konuşma” adlı eserinizde olgunlaştırıyorsunuz…

DESCARTES:

Evet…..

MESUT:

“İlk Felsefe Üzerine Metafizik Düşünceler” adlı eserinizde metafizik kuramını daha da inceltilmiş biçimde sunuyorsunuz. “Felsefenin İlkleri” adlı eseriniz de ise bütün doğa olaylarını mekanik ilkelere dayalı tek bir sistem içinde açıklamayı amaçlıyorsunuz. “Ruhun İhtirasları” adlı kitabınızda ise ahlak ile etik ilgili görüşlerinizi özetlemeye çalışıyorsunuz. Bu eserinizde beden-ruh dualitesine (ikileşimine) ve etkileşimine ilişkin kuralınızı anlatıyorsunuz. Metafiziğinizin temelini oluşturan “yöntemli şüphe” nin amacının  matematiksel yapılar gibi, bilginin temellendirilebileceği apaçık önermelere ulaşmak olduğunu söylüyorsunuz. Bu önermeler, hiç şüphe edilemeyecek ölçüde kesin, açık ve seçik olmalıydı. Kesin, açık ve seçik doğrulara erişebilmek için; insan zihni, şüphe edilemeyecek ölçüde doğru gözükmeyen, hiçbir şeyi doğru saymama ilkesinden yola çıkmalıdır. Bu yönteminizin amacı yasalara ya da devlete karşı çıkmak değil; insanın “kendi zihnini yenileyebilmesiydi”. Ama siz ,evinizi altüst etmeden önce kendinize geçici bir barınak aradınız ve bunun için kendinize  dört “ geçici ahlak” ilkesi belirlediniz:

*Yasalara ve göreneklere uymak, Tanrı’nın lütfuyla ona daha çocuklukta öğretilen dine bağlı kalmak, hep en ılımlı görüşlerin peşinden gitmek. Size bu ilkelerle ilgili bir soru yöneltmek istiyorum. Diyorsunuz ki her şeyi sorgulamak gerekir. Ne adına!? Kesin, açık ve seçik bilgiye ulaşmak için. Ama saydığım ve kesinlikle size ait olduğunu bildiğim bu ilkede “çocuklukta öğretilen dine bağlı kalmak”tan söz ediyorsunuz: Bu bir çelişki değil mi?

DESCARTES:

Hayır. Çünkü son ilkemi biliyorsunuz.

MESUT:

Ben diğer ilkelerinizi de sayabilirim:

  • Davranışlarında kararlı olmak.
  • Talihi değil, her zaman kendini yenmeye, dünyanın düzenini değil, kendi arzularını değiştirmeye çalışmak.
  • Ufkunu ve bilgisini sürekli geliştirmek.

DESCARTES:

Dersinizi iyi çalışmışsınız. Son ilke dikkatini çekti mi bilmiyorum. Bu ilkem daha çok bir şüphe ve sorgulama boyutu taşımaktadır.

Yöntemli şüphe, ister duyu verilerine, ister usavurmaya dayansın, bize bütün kanı ve düşüncelerimizden şüphe edilebileceğini gösteriyor. Ama yöntemli şüphe sonuna kadar götürüldüğünde, başlı başına bu şüphenin, kendi kendisinin varlığına tanıklık eden, şüphe edilemez bir olgu olduğu ortaya çıkıyor. Şüphe eden kişi, şüphe ettiğinden şüphelenemez; şüphe etmek ise düşünmek, düşünmek de var olmak demektir. Düşünüyorum, öyleyse varım.  (Cogito ergo sum.)

Böylece bütün felsefenin ve bütün bilgilerin oturtulabileceği sarsılmaz temel, ilk apaçık ilke ya da bilgiye ulaşmış oluyordum. İnsan, bedeninin varlığından da şüphe edebilir, ama bu durumda bile var olduğundan şüphe edemez; çünkü başka nesnelerin varlığından kuşku ederken de düşünüyoruz ve düşünmek için var olmak gerekir. Öyleyse düşünen varlık, benlik ya da ruh, bedenden bütünüyle ayrı ve onsuz da var olabilir; ruh, bütün yapısı ve özü düşünme olan bir tözdür.

MESUT:

Sizin ruh-beden ikiliği-dualizm- kuralınızın, yöntemli şüphenizin izlediği yolun kaçınılmaz, mantıksal sonucu bu!? Aslında size sorulması gereken temel soru beden öldükten sonra ruh yaşar mı ve ruh düşünsel faaliyetlerine devam eder mi?

DESCARTES:

Ben, insan zihnindeki kavramları doğuştan gelenler (ideae innatae), duyular aracılığıyla dışardan gelenler (ideae adventitiae) ve “benim yapmış olduğum idea’lar” (idea a me ipso factae) biçiminde üçe ayırıyorum.  Matematiğin kavramları gibi birinci tür kavramlar her zaman açık ve seçiktir;öteki iki türe girenler ise her zaman bulanıktır. Tanrı, yani yetkin, kusursuz varlık kavramı, birinci tür kavramlar arasındadır. Çünkü şüphe etmek, kusursuz olmamak ve kusursuz olmadığını bilmek demektir; dolayısıyla kusursuz, yetkin varlık-tanrı- kavramı ne insan zihninin ürünü olabilir ne de duyulardan kaynaklanabilir; bu kavram ancak yetkin, insan zihninden üstün bir varlık tarafından zihne yerleştirilmiş olabilir. Bu, Tanrı’nın varlığının ilk kanıtıdır.

Yetkinlik ve sonsuzluk kavramlarına başvurarak iki kanıt daha ileri sürebiliriz:

Birincisi: Düşünce kendi içinde bir yetkinlik kavramı taşıdığına göre, varlığı daha yetkin bir varlıktan değil de kendisinden kaynaklanmalıydı, kendisi yetkin bir varlık, yani bizzat düşüncenin  kendisi Tanrı olmalıydı.
İkincisi: Mutlak yetkinlik kavramı, var olmayı bir öz nitelik olarak içerir, çünkü var olmak da bir yetkinliktir. Var olma özniteliğini taşımayan bir yetkinlik düşünülemez. Dolayısıyla insan düşüncesinin kusursuz, yetkin varlık kavramını taşıması, o varlığın gerçekten var olduğunun yeterli kanıtıdır.

MESUT:

Eminim öğrencilerimizin kafaları epeyce karışmıştır. Ama olsun, felsefenin en önemli yararı da insanların kafalarını karıştırarak onlara bir kafalarının olduğunu fark ettirmesidir. Bizim Aziz Nesin diye ünlü ve cesur bir edebiyatçımız da bir zamanlar Türk toplumunun yüzde altmışının aptal olduğunu söylemişti ve bu tarihsel saptama insanların aptal olup olmadığını düşünmeye yol açmıştı. Bırakalım insanların kafaları karışsın. Değil mi üstadım.

Biz yine tartışmamıza dönelim. Sizin bu ortaya attığınız son kanıt,  11. yüzyılda Anselmus’un ortaya attığı ontolojik kanıta benziyor ya da ona dayanıyor.

DESCARTES:

Filozoflar arasında bu tür etkileşimler her zaman olmuştur bundan sonrada olacaktır. Tanrı’nın varlığını kanıtladığımıza göre artık dış dünyanın varlığını da kanıtlayabiliriz. Zihnin, maddi dünyanın varlığı yönünde taşıdığı içgüdüsel inanç bir yanılsama, bir düş olamaz;çünkü insanın varlığını borçlu olduğu yetkin varlığın, yani Tanrı’nın, insanı yanıltmak gibi bir kusur taşıması düşünülemez. Gerçekte her doğru, her kesinlik, Tanrı’nın varlığına bağlıdır; açık ve seçik kavradığımız her şeyin doğru olduğu kuralının tek güvencesi, Tanrı’nın var olması, yetkin varlık olması ve insanda olan her şeyin Tanrı’dan kaynaklanmasıdır. Böylece insan bedeninin varlığı da kanıtlanmış oluyoruz. Descartes’in apaçık doğruluk temeline dayandırdığı üç gerçeklikten Tanrı sonsuz ve yetkin özdür; buna karşılık ruh düşünen varlık (res cogitans), madde-beden ise yer kaplayan (res extensa)varlıktır.

MESUT:

Size göre gerçekte, sözcüğün tam anlamıyla yalnızca Tanrı tözdür -var olması başka hiçbir şeye bağlı olmayan varlıktır- buna karşılık evreni oluşturan iki töz, ruh ve madde ise göreli ve sonlu -var olmak için yalnız Tanrı’ya muhtaç olan- tözlerdir. Bunlardan maddi dünya, nesnel olarak, uzam ve harekete indirgenebilir. Dolayısıyla dünyayı açıklamak, matematiğin ve mekanik biliminin konusudur.

DESCARTES:

Her şey matematiğe göre işler. (Ommia mathematice fiunt)

MESUT:

Size göre insan ve hayvan arasında nasıl bir anlamlı farklılık bulunmaktadır?

DESCARTES:

Düşünemeyen hayvanlar tam anlamıyla birer makine, içgüdüsel tepkilere bağımlı varlıklardır. Buna karşılık insan ruhu, evrenin mekanik işleyişinin bütünüyle dışındadır. Maddeden temelden ayrı olan insan ruhu, Tanrı’nın özel bir edimiyle yaratılmış olmalı.

MESUT:

Sonuç olarak, beden ve ruh birbirinin tam anlamıyla karşıtı ise aralarında bir etkileşim olması gerekmez mi?

ama gene de aralarında bir etkileşim var.

DESCARTES:

Bu etkileşim beyindeki epifiz bezinde gerçekleşiyor; ruh, buradaki diri ruhlar (esprits animaux) aracılığıyla bütün beden üzerinde etkide bulunuyor. İnsan ruhundaki tutkuları doğuran, diri ruhların bedendeki hareketidir. Ama ruh kendi özgür iradesiyle bu hareketlerin yönünü değiştirebilecek güçtedir. Bu nedenle insan, tutkularının ve eylemlerinin efendisi, dolayısıyla da ahlaki sorumluluk taşımaktadır.

MESUT:

Size göre insan davranışının dayanacağı asıl ahlak kuralları, bilginin sağlam temellere dayalı ilerleyişi içinde ortaya çıkmalı. Bu yaklaşımınız, ahlak kurallarını vahye dayandıran Hıristiyan düşüncesinden belirgin bir kopuş anlamına gelmiyor mu?

DESCARTES:

Tabi ki….

MESUT:

Müsaadenizle bu karşılıklı diyalogda sözü, bitmez tükenmez olan, şüphe deryasının damlalarıyla bağlamak istiyorum:  Size göre “Tanrı vardır, çünkü zihnim onu tasarlıyor.” demek yanlış tersine “ zihnim Tanrı’yı tasarlıyor, çünkü tanrı vardır” demek gerekir. “Tanrı inancının gerçek temeli, insan zihninin tasavvuru değil, sonsuzluk ve yetkinlik kavramıyla kendisini doğuştan insana kabul ettirmesidir.” diyorsunuz. Anselmus gibi Tanrı’nın varlığını akıl yoluyla kanıtlama çabası içinde olmanız vahye dayalı Hıristiyan düşünce kalıplarından uzaklaşmanın bir belirtisi olarak kabul edilebilir. Tanrı’nın varlığını insanın zihinsel bir işleminden çıkarmanız bir anlamda dinlerin Tanrı kavramını tersine çeviriyor. Bu bakış açısı, sonraki dönemlerde dinsel dünya görüşünün terk edilmesinin önemli öğelerinden birini haline geldi. Yani felsefeniz tanrı tanımaz felsefenin yayılmasında olumlu bir etkide bulundu. Yalnız şunu unutmamanızı istiyorum. Din bir Tanrı olduğu için ortaya çıkmadı. İnsanlar dini ve hatta tanrıları ve tanrıyı kendi kötülüklerini örtmek için oluşturdular.

Benimle bu görüşmeyi yaptığınız için size teşekkür ediyorum…


Mesut ERDEMİR – 2019

Sosyal Medyada Paylaşın:

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?

  • YENİ
  • YORUM
Yazarlar tarafından sitede yayınlanan tüm yazılar, resimler ve videolar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir.