• DOLAR
  • EURO
  • ALTIN
  • BIST
Sadık USTA
Sadık  USTA
sadikusta@yandex.com
DERİN ALDANMANIN FELSEFESİ
  • 2
  • 610
  • 18 Haziran 2019 Salı
  • 1 Puan2 Puan3 Puan4 Puan5 Puan
  • +
  • -

Avrupa, Yunan Filozofları’nın eserlerini, İslam Dünyası’nın düşünürleri sayesinde mi keşfetti?

Neredeyse bütün dünya, en başta da bizim Doğulu aydınlarımız, Avrupa’nın, bilim dünyasının önüne koyduğu bir ön yargıya teslim olmuş durumda. Bu ön yargı,

Batı’nın aslında Yunan eserlerini bilmediğini, onları Müslüman düşünürler üzerinden tanıyıp öğrendiğini öne sürmektedir.

Bu tez ve varsayım, kendi içinde şöyle bir tuzak barındırıyor:

Bu iddiaya göre Batılı aydınlar, Yunan düşünürlerinin eserlerini bilmiyorlardı çünkü bu eserler, Bizans İmparatorunun Yunan akademilerini yasaklamasından sonra Doğu’ya hicret etmişlerdi. Ne zamanki Batılı düşünürler, Doğulu bilim adamları üzerinden bu eserlere ulaştılar, o anda bu eserlerin içerdiği muazzam düşünsel potansiyeli kavramakla kalmadılar aynı zamanda içeriklerini de özümseyerek Hümanizm, Rönesans ve Aydınlanmaya yöneldiler. Doğulu bilim adamları ise şerhleri ve çevirileri sayesinde bu eserleri kaybolmaktan kurtarmış ve insanlığa (aslında insanlık derken de Batı’yı kastediyorlar) büyük bir hizmette bulunmuşlardır.

Tuzağın ise iki tarafı var: birincisi,

Müslüman düşünürler bu eserlerden yararlanmasını bilmemiş; fakat onları muhafaza ederek “emanete sahip çıkmasını” bilmiştir.

İkincisi ise

Batılı insan, bu eserlerle karşılaşır karşılaşmaz hemen bunların içerdiği muazzam potansiyeli anlamış ve bu düşünceleri yeni bir uygarlığın temeli haline getirmesini bilmiştir.

Bu tezi Avrupalı akademiler üç temel hurafe üzerine inşa ediyorlar…

=> Kitaplar Doğu’ya kaçırıldığı için Batılı düşünürler bunlardan uzak düşmüştü.

=> Ortaçağ denen dönem, bilim, felsefe ve edebiyatın olmadığı karanlık bir dönemdi. Ne zaman ki Avrupalı düşünürler Yunanların eserleriyle buluştu, işte o zaman Hümanizm ve Rönesans da başladı.

=> Doğulu düşünürler, çok fazla anlamadıkları bu eserleri muhafaza ederek (çeviri ve şerhlerle) insanlığa büyük bir hizmette bulunmuşlardır. Doğulu kavimler, bunların kıymetini anlayabilseydi toplumsal olarak yerlerinde saymaz, Avrupa’nın ön ayak olduğu uygarlığı önceden yaratabilirdi.

Avrupa’da Ortaçağ

Şimdi bu tezlere kısaca bakalım…

1. tez:

Roma İmparatorluğu’nun çöküşünden sonra Avrupa, kültürel anlamda yüzyıllar boyunca çorak bir bölgeydi. Devlet, kent, ticaret, üretim, eğitim, kültürel faaliyet esas olarak çökmüştü. 9. yüzyıldan itibaren yeniden devletleşme sürecine giren Avrupa’nın ilk icraatı, Büyük Karl (Charlemagne) önderliğinde kuzey Avrupalı kavimleri zorla Hıristiyanlaştırmak olmuştur.

O dönemde Avrupa’nın göbeğinde, yaklaşık 200 yıl boyunca (700-870), baharat bile bulunmuyordu. Avrupalı zenginlerin birbirine gönderdikleri en değerli armağanlar, Doğu’nun ürünleri olan zencefil, nane, anason, karabiber, kırmızı biber, kimyon, safran, biberiye, kekik, hurma, fıstık vb. idi.

Peki Yunan-Roma eserlerine (felsefi ve bilimsel eserler) ne olmuştu?

Akademilerin kapatılmasından sonra (6. yüzyılın ortalarından itibaren) o dönemin önemli düşünürlerinin bazıları İran’a, Harran ve Antakya’ya yerleşmişti. Doğal olarak yanlarında kitaplar da götürmüşlerdi fakat kütüphaneleri alıp gitmemişlerdi. Kitaplar, Avrupa’nın çeşitli özel kütüphanelerinin tozlu raflarında, manastırların mahzenlerinde ve tavan aralarında çürümeye bırakılmışlardı. Bu eserlerin hepsi kayıtlıydı, biliniyordu ve hatta manastırlarda rahiplerin marifetiyle bir kısmının yazısı silinip üzerine dini metinler yazılıyordu. Yani kitaplar, Avrupalı düşünürlerin elinin altındaydı. 11. yüzyıldan itibaren de tıpkı kayıp bir hazinenin izini sürer gibi bu kitapların peşine düşülmüştü. Örneğin Papa’nın özel katibi Poggio Braccioloni, çok sayıda eseri bularak ve onları yeniden kopyalatarak (bu dönemde manastırlardaki yazıcı rahiplerin yanı sıra özel yazıcı atölyelerinde çalışan uzmanlar da yetişmeye başlamıştı) yok olmaktan kurtarmıştı. Bütün bu işlerin gerçek hikayesini Stephen Grennblatt’ın harika bir dille yazılmış olan Sapmaadlı kitabında okuyoruz. Ayrıca Umberto Eco’nun Gülün Adı adlı romanı da kısmen bu kitapların akıbetine ilişkin ilginç bilgiler verir.

2. tez:

İddia edildiği gibi Ortaçağ Avrupası, 9.-14. yüzyıl arasında o kadar da karanlık bir çağ yaşamadı. 9. yüzyılın sonlarından itibaren ve özellikle de 11. yüzyılın ortalarından itibaren muazzam bir bilimsel, felsefi ve düşünsel faaliyet başlamıştı. Üniversiteler (Parma, Bologna, Paris, Oxford, Chambridge, Milano, Padua vb.) ve kütüphaneler kurulmuştu. Bilime dair ne varsa manastırların avlularında ve okuma salonlarında başlamıştı. Düşünürler arasında yoğun felsefi ve bilimsel tartışmalar yapılıyordu. Petrus Abaelardus, Daniel of Morley, Th. Aquin, Albertus Magnus, Roger Bacon bu düşünürlerden bazılarıdır. O dönemde ilahiyat ile felsefe, batıl inançla akla başvurma, din ile bilim arasındaki mücadele kıyasıya sürüyordu. Sorgulayan, akla başvurmayı öneren düşünürler hapse atılıyor, onların okullarda eğitim vermeleri ve araştırma yapmaları yasaklanıyor ve hatta öldürülüyor, fakat mücadele hiç durmadan devam ediyordu. Yani sanıldığı gibi Ortaçağ düşünürleri bütünüyle karanlığa gömülmemişlerdi. Her alanda olduğu gibi mücadele felsefe ve bilim alanında devam ediyordu. Tıpkı Ortaçağ İslam düşüncesinde (9-12. yüzyıllar) olduğu gibi.[1]

Birkaç örnek vermek gerekirse;

12. yüzyılda yaşamış ünlü ilahiyatçı Petrus Comestor (1100-1178), yani nam-ı diğer obur Pierre (çünkü kendisine kitap dayanmıyordu), Paris üniversitesinin saygınlık kazanmasına çok emeği geçmiş aydınlardandı ve o dur durak bilmeden kütüphane için eski kitap topluyordu.

Çevirmen ve filozof Bathlı Adelard (1080-1152), kendisiyle tartışırken insanların yerine hayvanları örnek vermesini isteyen ilahiyatçıya şöyle diyordu:

“Hayvanlar üzerinden tartışmak benim açımdan güçtür. Nitekim Arap hocalarımdan aklı rehber almayı öğrendim. Sen ise kıssadan hisse çıkartan bir otoriteyi onun zincirlerinin kölesi olarak izlemekle yetiniyorsun.”

Sonra bir başka yerde şunu söylüyor:

“Bizim kuşak inandırıcı olabilmek için kendine ait fikri bir otoriteye dayandırmaya alışmıştır. ‘Bunu söyleyen ben değil de şudur’ gibi. Ben de sözlerime inanılsın diye bunları Arap kaynaklarından aldığımı söylüyorum.”

Bütün bu bilgilerse ünlü Fansız tarihçi Jacques le Goff’ün Ortaçağda Entelektüeller adlı kitabından…

İngiliz entelektüeli Daniel of Morley (1140-1210) ise anılarında şunları yazar:

“Öğrenme tutkum beni İngiltere’den dışarı atmıştı. Bir süre Paris’te kaldım. Burada yalnızca önlerindeki kitaplara kurşun kalemle yıldızcıklar çizen; vakarlı bir otoriteyle oturan barbarlardan ve ağızlarını açtıklarında cehaletleri ortaya dökülen [yaratıklardan]… başka bir şey görmedim… Durumu anladıktan sonra buradan nasıl kaçmam gerektiğini düşündüm, [çünkü] … Arapların Toledo’daki dünyanın en bilgin filozofları tarafından verilen derslerini dinleyebilmek için gitmekte acele ediyordum. Dostlar beni İngiltere’ye geri çağırdıklarında yanımda İspanya’dan getirdiğim çok değerli bir kitap yükü vardı.”[2]

Kısacası Batılı düşünürler (kuşkusuz İslam düşünürlerinin de etkisiyle), Avrupa’nın göbeğinde  muazzam bir düşünsel çatışma içindelerdi. Sanıldığı gibi Batılı entelektüeller, İstanbul’un fethiyle Batı’ya kaçmış ve giderken de yanında kitap götürmüş rahipler sayesinde Yunan eserleriyle tanışmış değillerdi. Bu, hem Müslümanların ve Türklerin hem de Batılı aydınların düşünmeksizin kolayca sarıldıkları bir hurafedir.

3. tez:

Öteden beri ileri sürüldüğü gibi Yunan düşünürlerinin eserleri, Müslüman bilim adamları ve filozofları tarafından anlaşılmadan (önemli bir düşünsel katkıda bulunmadan), sadece çevirisi üzerinden Batı’ya aktarılmış da değildir.

Batılı düşünürler, bu eserleri önceden biliyorlardı fakat bunların içerdikleri düşünceleri Katolik Kilisesinin etkisi altındaki bağnaz dindar kamuoyuna sunmaları, kelleyi baltanın altına uzatmadan mümkün olmuyordu, çünkü Pagan kültürü ve onların yazılı eserleri daha 6. yüzyılda lanetlenmişti. Ondan önce bu eserlere ev sahipliği yapan İskenderiye kütüphanesi yağma edilmiş ve yakılmıştı. Atina’daki son akademilerin kapatılması ve dağıtılması emredilmişti. O kültürün son temsilcileri İskenderiye ve Atina’dan sürülmüşlerdi ki bunların en ünlülerinden biri olan matematikçi Hypatia’nın linç edilmesi de bunun en son dramatik sahnesiydi.[3]

Batı’yı Aydınlatan Doğu

  • Peki ne olmuştu da Batılı düşünürler, Müslümanların adeta yeniden yazdıkları Yunan eserlerine ilgi göstermeye başlamışlardı?
  • Ya da ne olmuştu da Müslüman düşünürler, birkaç yüzyıl önce Hıristiyan Batı’nın lanetleyip kentlerinden kovdukları ve sonuçta Pagan kültürünün ürünleri olan bu eserleri 9. yüzyılın ortalarından itibaren Arapçaya çevirtmiş, geceli gündüzlü okumuş ve bunların içerdiği fikirleri kendi aralarında tartışarak bilimsel ve felsefi çalışmalarında kullanmışlardı?

Bütün bunların tek bir nedeni vardır:

Eğer bir coğrafyada herhangi bir kavim ve toplum, yeni bir misyonla canlanır (yeni bir ideoloji yaratma veya devlet ve din kurma gibi), kentler kurar, yeni üretim biçimleri bulur, yeni ürünler keşfederek üretimi artırır, yeni kültürel etkinlere girişir, insanları kısmen refaha kavuşturur, dünyaya açılmaya başlarsa (dünya derken de sadece rakip/düşman ülkeleri veya o gün ticaretin yapıldığı bölgeye açılmayı kast ediyoruz) bu durumda insanlar, daha fazla gelişmek ve başarı kazanmak için geçmiş yüzyılların kültürel mirasına ve ürünlerine (bilim, felsefe, edebiyat, siyasi metinler) ilgi duyarlar. Önce geçmiş birikimin eserleri çeviri faaliyetiyle o güne aktarılır ve sonra da onları özümseme ve ardından da mevcut birikimin üzerine daha fazlasını koyma çabası başlar.

Bunun nasıl olduğunu ve hangi süreçlerden geçtiğini anlamak için de Hilmi Ziya Ülken Hocanın, hem alanında çok önemli hem de neredeyse tek eser olan “Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü” kitabına bakılmalıdır.

Düşünce tarihinde yapılan en büyük hata, temelinde bilimsel, felsefi ve siyasi gelişmenin bulunduğu uygarlık süreçlerini ya maharetli bir öndere ya bir peygamberin yeteneklerine ya da büyük adamların yeni bir teoriyi, fikri ve düşünceyi keşfetmesine bağlamaktır. Düşünsel alandaki her yeni buluşun ve gelişmenin hatta kısmen de önderin/liderin toplumsal gelişmelerde önemli katkıları olmaktadır. Fakat gelişmenin kaynağı esas olarak bu değildir. Liderler ve düşünürler, toplumların içinde bulundukları koşulların ihtiyacına yanıt veren karakter ve yeteneklere sahiplerse içinden çıktıkları toplumları ilerletebilmektedirler. Herhangi bir insan çok birikimli olabilir; filozof, düşünür ve çığır açan bilim insanı da olabilir fakat eğer o içinden çıktığı toplumun o günkü ihtiyacına yanıt verecek bir yeteneğe sahip değilse, tarih onun kıymetini bilmeden onu tarihin tozlu raflarına atabilir.  Gelişmeleri tıkanmış olan  toplumlar uygarlaşma hedeflerine, bütün toplumu harekete geçiren yeni bir ideolojiyle (din, cumhuriyet fikri, özgürlük ve eşitlik arayışı, sınıfsız toplum ideali vs.) ve sonra onu destekleyen üretim, ekonomik büyüme, bilim, teknoloji, sanat, felsefe ve kanla yazılan toplumsal mücadeleler sayesinde ulaşırlar. Bu konunun anlaşılması için de Dünyayı Değiştiren Düşünürler kitabımızın 1. cildini, özellikle de sunuş bölümünü okumanızı öneririm.

Felsefe ile İlahiyatın Buluşması

Kısacası Müslüman toplumlar, uygarlaşma ve hızlı gelişme dönemlerinde (800’den itibaren) eski birikime, yani geçmişin (Yunan-Hint-Fars-Fenike) felsefi, bilimsel mirasına ihtiyaç duyuyordu. Peki neden daha önce değil de bugün?

Bu eserler 6. yüzyıldan bu yana Müslüman toplumların yanı başında (Harran, Antakya, Şam, Gundişapur ve Hristiyan tarikatların kütüphanelerinde ve manastırlarında) duruyordu fakat bunların içerdiği fikirlere ihtiyaç duyulmadığı için bunlar kimsenin ilgisini çekmiyordu. Ne zaman ihtiyaç duyuldu? 8. yüzyıldan sonra, yani İslam devleti kurulup Çin Seddi’nden Cebeli Tarık Bozağı’na kadar geniş bir coğrafya fethedildikten sonra ve toplumsal hayatı düzenlemek, birbirinden faklı kültürlerle yoğrulmuş kavimleri yönetmek zorunda kalınınca… Üretim artmış, zenginlik ve refah gelmiş, kentler kurulmuş, tersane ve limanlar faaliyete geçmiş, ticaret gemileri harıl harıl Doğudan mal taşıyıp durmuştu; kervanların sayısı fazlalaşmış, ticaret onlarca kat artmıştı. Dolayısıyla sahipsiz yeni toprakların bayındır hale getirilmesi, su kanallarının açılması, bataklıkların kurutularak  verimli hale getirilmesi, yeni teknolojinin keşfedilmesi, bilimsel çabaların artması, aklın kullanılması ve sorgulamanın başlaması, bilimsel eğitim ve düşüncenin devreye girmesi, felsefenin öneminin anlaşılması vs… Farabi çok veciz bir şekilde şunu söyler:

“Bizim olan felsefe, yeniden anayurduna dönmüştür.”

Bu gelişmenin aynısını 11. yüzyılın sonlarından itibaren Batı’da da görüyoruz. Önce çeviri, ardından tartışma ve özümseme sonra da uygulama… Yani her toplum, elindeki hazinenin kıymetini ona ihtiyaç duyduğunda anlamaktadır.

Peki Batı, ellerinin altındaki bu eserleri ve kitapları neden Müslümanların üzerinden okumaya başlamıştı? 2 nedenle…

Birincisi;

Müslümanlar yeni bir din edinmiş ve çok kısa bir sürede neredeyse dünyanın yarısını fethetmişlerdi. Bununla da kalmamış, bu coğrafyayı yüzyıllar boyunca ellerinde tutmuşlar ve yabancı kavimlere kendi kültürlerini kabul ettirmeyi bilmişlerdi. Müslümanlara rezervli duran Belçikalı tarihçi Henry Pirenne de bu soruna kafa yorar. Yazar şu çarpıcı sonucu açıklar: “Müslümanlar fethettikleri topraklara hem bir düzen götürdüler hem de oralara kalıcı bir misyon yüklediler.”[4] Bu olgu, yüzyıllar önce de Batılı aydını düşündürtmüştü. Bu başarının sırrına ermek için yüzyıllar öncesinde de kafa patlatmışlardı. Aynı arayışı, 19 yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlı aydınları arasında da görüyoruz. Onlar da “biz niye geri kaldık ve kaybediyoruz, Batı niye ilerliyor ve başarılı oluyor?” sorusunu sorup  bu soruna çare aramışlardı. Bu arayış en sonunda Cumhuriyet Devrimiyle taçlandırılmıştı.[5]

Yeniden 11. yüzyıla dönersek, birçok Avrupalı aydın da bu soruyu kendine sormaktaydı. Müslümanlar, yeni bir dinle nasıl oluyor da dünyanın yarısını ele geçirebiliyor ve sonra da tarihten silinip gitmiyorlardı. Hunlar, Moğollar, Kuzeyli barbar Germen savaşçılar, Avrupa’yı kasıp kavurmuş, Asya’yı tarumar etmiş, her yeri işgal etmiş fakat sonra ardından hiçbir iz bırakmadan silinip gitmişlerdi. Yani Henri Pirenne’nin sorduğu sorunun aynısı. Onlar bunun nedenini Müslümanların akademilerinde, bilimsel faaliyetlerinde, felsefelerinde, eğitim yöntemlerinde, savaş taktiklerinde, yönetim tarzlarında vs. görüyorlardı. Yukarıdaki alıntılar (Bathlı Adelard, Daniel of Morley) da onların böyle düşündüğünü kanıtlıyor. Bunun üzerine Hristiyan düşünürlerin ilgisi, Müslümanların kullandıkları felsefi, siyasi, bilimsel yöntem ve argümanlara yönelmişti.

İkincisi ise şudur;

şu şansa bakın ki Müslüman düşünürlerin ezici çoğunluğu Meşşai akımına, yani Aristotelesçi akıma aitlerdi. Aristoteles önce Farabi ve İbn Sina, sonra da İbn Rüşd üzerinden Batılı düşünürleri cezbetmişti. Sonra Batılı aydınlar, bu eserleri özgün dillerinde (Eski Yunanca ve Latince) aramaya, bunları çevirmeye ve özümsemeye başlamıştır.

Müslüman Düşünürlerin Felsefeye Katkısı

Peki, Müslümanların katkısı neydi? İşte esas kritik nokta burasıdır…

Müslüman düşünürler, kendi felsefi öğretilerini oluştururken Platon’un idealar dünyasını 3. yüzyılda yaşamış bir filozof olan Plotinos üzerinden öğrenmişlerdi. Yani Platon’u kısmen deforme (Hıristiyanlaştırılmış-Yeni Platonculuk) edilmiş haliyle okumuşlardı. Okuduklarından çok etkilenmiş ve bunu kendi dinleriyle (ilahiyat-kelam) uzlaştırabileceklerini düşünmüşlerdi. Yani felsefe ile ilahiyatı bir potada buluşturacaklardı ki İbn Rüşd bunu sonradan

“felsefe ve ilahiyat aynı memeden süt emen ikiz kardeşlerdi”

diye ifade etmişti. Vardıkları sonuç şu oldu:

Tanrı, iddia edildiği gibi dünyayı yoktan var etmemişti. O kendi kendinden taşarak varlıkları (akıl, ruh ve nefis) aşama aşama meydana getirmişti. Buna da “sudur”, yani taşma kuramı adı vermişlerdi. Bu kuramı Aristoteles’in bilimsel (akıl, mantık ve realist) tezleriyle harmanlayarak dinin güçlü ideolojik etkisi altında bulunan toplumların kolayca kabul edebilecekleri ilginç bir felsefi sentezle yaratmışlardı.

Batılı düşünürlerin, Aristoteles’i kabul etmesini ve eserlerini incelemesini kolaylaştıran kritik eşik, tarihsel ve biricik sentez buydu. O gün açısından da en devrimci sentezdi bu. Yine 19. yüzyıldan bir örnek vermek gerekirse, Osmanlı aydınlarını 1920’lerin Cumhuriyetçiliğine yakınlaştıran düşünce akımı, o dönemde belli bazı aydınların şahsiyetlerinde ifadesini bulan (teorik anlamda ileri fakat toplumun ihtiyacına yanıt vermekten uzak olan) materyalizm, halkçılık ve sosyalizm fikri değil, toplumda daha çok kabul gören Osmanlıcılık-İslamcılık-Türkçülük düşüncesiydi. Toplumlar genellikle en radikal görüş ve çözümlere değil, daha çok ara aşamaları ifade eden kuramlara ve akımlara yönelirler. Yani her şey zamanı gelince hissedilmekte, kayda geçmekte ve özümsenmektedir. Sorun, akımların sıfatları (komünist adını kullanarak demokratik devrim programı uygulamak gibi) değil, topluma önerdikleri programın içeriğidir. Aslında bu süreç doğanın da kanunudur. Her madde önce doğasına yakın ve en kolay bütünleşebileceği maddeyle birleşir. Kendi yapısına daha uzak bir maddeyle ancak daha ileri aşama ve süreçlerden (işlemden) geçtikten sonra birleşebilmektedir. Bu yasa toplumlar için de geçerlidir. Dolayısıyla Müslüman düşünürlerin bu başarısı, yani Aristoteles’in felsefesini ilahiyatla buluşturan sentez, tarihsel önemdeydi. Birçok insan Müslüman düşünürlerin bu başarısını, büyük akılcı kuramlar, tanrıtanımaz tezler ve sözüm ona Descartes gibi düşünceyi dinden özgürleştiren felsefi tezler ileri süremedi diye küçümser. Unuttukları ise şudur:

Her toplumun ve düşünürün ufku, kendi çağının koşullarıyla sınırlıdır ve her toplum ve düşünür, önünde bulduğu tarihsel sorunların çözümüne ilişkin çareler bulduğunda devrimci hamleler yapmış olur. Devrimci olmak, uzak görüşlü fikirler önermek değildir, ihtiyaca yanıt veren çareler önerebilmektir.

Peki Müslüman toplumlar neden geriledi veya Batılı toplumlar neden ilerledi?

Uygarlıkların Temelindeki Dinamizm

Önce şunu belirtelim, uygarlıklar öyle sanıldığı gibi kısa sürede inşa edilemez veya yıkılamaz. Uygarlıkların kurulması ve yıkılması birkaç yüzyıl sürer. Yunan uygarlığı MÖ 6. yüzyılda başlar ve MÖ 1. yüzyılda son bulur. Son 300 sene Yunan uygarlığının can çekişme dönemidir. Roma uygarlığı, MÖ 2. yüzyılda başlar ve MS 6. yüzyılda son bulur. Son 300 sene onun da can çekişme dönemidir. İslam uygarlığı 7. yüzyılda başlar ve 14. yüzyılda son bulur. Son 250 sene can çekişme dönemidir. Batı uygarlığı 15. yüzyılda başlar ve bugün hala devam etmektedir. Her uygarlık yıkılırken ardında çok büyük bir yanardağ krateri veya çöl bırakır. Her yeni yükselen uygarlık eski uygarlığın birikimini öylesine somurur ki adeta eskinin canını çıkarır. Uygarlık olgusu bir ırmak gibidir. Coğrafyadan coğrafyaya akarken, her yerin dereciklerinin suyunu kendine katarak ilerler. Onun kıymetini bilmeyen coğrafyalara zerre suyunu bile heder etmez, bütün can suyunu yeni olana taşır. Babil ve Mısır çökerken o bölgeler kültürel açıdan çölleşmişti. Yunan uygarlığı çökerken hem Batı Anadolu hem de Yunanistan kültürel açıdan cahilleşmişti. Roma çökerken Avrupa’nın merkezi adeta barbarlar yuvasına dönüşmüştü. İslam coğrafyasında boy veren uygarlık çökerken ardında felaket bir kültürel çölleşme bıraktı. Bugün içinde bulunduğumuz durumun nedeni budur. Doğadaki enerji de böyle işlev görür. Enerji bir yere aktarılırken o bir yerden çekilerek aktarılır. Uygarlık birikimi de böyledir. Yani bu, maddenin doğasından kaynaklanmaktadır. Evrende de durum böyledir. Enerjisi tükenen galaksiler kendi içine çökerken, bütün çevresini yutarak kara deliğe dönüştürmektedir.

Sonuç

 

  • Uygarlıklar ihtiyaç duydukları birikimi ellerinin altında bulmazlar, onu bir başka yerden alarak gelişme kaydederler.
  • Uygarlıkların gelişmesinin nedeni parlak fikir, olağanüstü felsefi tezler değildir, iç içe geçmiş birçok etkenin oluşturduğu karmaşık süreçlerdir.
  • Batıya aktarılan Yunan eserleri yoktur. Fakat Müslüman düşünürler, eski düşünsel birikimle harmanladıkları yeni felsefi tezlerle Batının gelişmesine katkıda bulunmuş ve çığır açıcı olmuşlardır. Bu, İslam uygarlığının büyük bir başarısıdır.
  • Şu anda Batı, uygarlık bayrağını hala elinde tutmaktadır fakat orada da çürüme emareleri (bilimin teknolojik başarıya indirgenmesi, felsefenin durağanlaşması, yabancılaşma, insan ilişkilerinin yoksullaşması, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı, işsizlik, yeni kuşaklarda görülen amaçsızlık vs.) baş göstermektedir.

Dipnotlar:

[1] Bu konuda daha derin bilgilere sahip olmak isteyenlere Thomas More’un Ütopya‘sına yazdığımız uzun sunuşu tavsiye edebiliriz.

[2] Jacques le Goff, Ortaçağda Entelektüeller, M.A. Kılıçbay, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1984.

[3] Bunun için bkz. https://sadikusta.com.tr/2019/01/21/462/

[4] Henry Pierenne, Hz. Muhammed ve Charlemagne, çev. M.A. Kılıçbay, Birey ve Toplum Yayınları, Ankara, 1984.

[5] Bu konuda derinleşmek isteyenlere Sadık Usta, Türk Ütopyaları, 2. Baskı, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015.

Sosyal Medyada Paylaşın:

2 yorum

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?

  • YENİ
  • YORUM
Yazarlar tarafından sitede yayınlanan tüm yazılar, resimler ve videolar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir.