Okumaya hiç vaktimiz yok, ama her gün bir “roman” okuyoruz… |
Yoğunluktan veya vakit bulamadığımız için hiç kitap okuyamayan bir insana dönüşünce, sadece öğrencilik yıllarımızda veya yaşamımızın bir bölümünde okumuş olduklarımızla yaşamımız boyunca “aydın” bir insan kalamayız…
Nietzsche‘nin bir besteci arkadaşı, mektuplaşmalarında; düşünürün, 1882‘den önce yazdıkları ile sonraki yazıları arasındaki üslup farkına dikkat çeker ve bu radikal üslup değişikliğinin nedeni hakkında bir tahminde bulunur. Nicholas Carr‘ın, Alman iletişim uzmanı Friedrich Kittler‘den aktardığına göre, arkadaşının tespit ettiği sebebe hak verir Nietzsche… Gözleri bozulmaya başladığı için 1882 yılında artık kağıt kalem ile yazmayı bırakmış daktilo kullanmaya başlamıştır. Bu “araç” değişikliği, düşüncelerini ifade şeklini de derinden değiştirmiştir. Arkadaşı da Nietzsche‘ye, beste yaparken kullandığı kalem ve kağıdın kalitelerinin bile bestelerine ne kadar etki ettiğinden söz eder. Friedrich Kittler, ‘kalem’ yerine ‘makine’ ile yazmaya başladıktan sonra Nietzsche‘nin üslubunun, “münazaradan vecizeye, tefekkürden cinasa, belagattan telgraf mesajı üslubuna evrildiği” tespitinde bulunur…
Medya teorisinin önemli ismi Marshall McLuhan‘ın, 1964 tarihli “Medyayı Anlamak” kitabında kaydettiği ünlü
“Medyum (iletişim ortamı), mesajın kendisidir.”
tespiti de bu etkiye dikkat çekecekti. Gerçi bu tespit, sonradan McLuhan‘ın bile alay edeceği düzeyde maksadını aşar şekilde her konuya uyarlandı; ama her medyumun (veya medyumun çoğulu olan medyanın), sadece mesajın iletildiği pasif bir kanal olarak kalmayacağı, düşünce sürecimizi, algılarımızı ve ifade şeklimizi şekillendirebileceği gerçeğinin de bir hatırlatıcısı olageldi… Elbette ki medyumun düşüncemiz üzerimizdeki etkisi, iradeli, bilinçli ve sportif bir kullanımda olumlu yönde; ve bilinçsiz, duygusal, oburca bir kullanımda ise olumsuz yönde olacaktır…
Ben, tıpkı yaşıtlarım ve bizden evvelkiler gibi bir “dijital göçmen”im… Yani, okumanın, binlerce yıl yapıldığı gibi, sadece kağıttan olduğu bir dünyada doğup büyüdüm. İnternet evrenine sonradan göçtüm. Okuma konusunda beynimizin işleyişi de, “internet yerlilerinin” yani doğma büyüme internetlilerin beyin işleyişinden farklı… Beynimiz, yatay bir okuma şekline adapte oldu. Yani bir sayfayı bitirdiğimizde, sağdaki sayfaya geçiyoruz. Sayfadaki bir dipnota bile çoğu zaman ya sayfayı ya da okumayı bitirdikten sonra bakıyoruz. Derinlikli, konsantre, uzun okuma yapabilmeye imkan veren bir okuma şekli bu…
İnternet evreninde okuma ise yukarıdan aşağı kayıyor. Ve okuma güzergahımız, tıklandığında bizi menzilimizden koparıp fırlatmaya hazır birer mayın gibi dizilmiş; reklamlar, linkler ve görsellerle dolu… Severek okuduğumuz uzunca bir metindeki aktif linke dayanamayıp tıkladığımızda bile dikkatimiz yazıdan uzaklaşıyor. “Retweet”, “fav”, “like” gibi bildirimlerin yoğunlaşmamızı neredeyse imkansızlaştıran akışı da cabası…
Aslında okuma olanağı konusunda tarihin en şanslı kuşağıyız… Yüz binlercesi ücretsiz olmak üzere hemen her kitap bir tıklama uzaklığımızda. Derinlikli bir okuma imkanı sunan sonsuz sayıda makale, deneme de hakeza… Ama çoğumuz okumak istediğimizde bile internette, okumaktan çok, okunacak şeyler bakınmakla vakit geçiriyoruz. Netflix için şahane bir hicivle üretilen,
“Ne seyretsem diye bakınmaya, gerçekten bir şeyler seyretmekten daha çok zaman ayıracağınız platform!”
şeklindeki çakma reklam sloganının vurguladığı ironiyi yaşıyoruz.
İnternet ve sosyal medya bize sıkça “okuma illüzyonu” yaşatıyor. Sırf sosyal medyada paylaşılan kısımlarına denk geldiğimiz, hakkındaki Tweetleri gördüğümüz için veya hakkında bir kaç şey okuduğumuz için “okuduk” sandığımız makaleler, kitaplar var… Hatta bir sosyal medya araştırması, paylaşılan birçok makalenin, paylaşan kişilerce aslında okunmadığı tespitinde bulunacaktı. Bunu destekleyen bir başka araştırma ise, uzun bir yazının okunan kısmı arttıkça, yazının paylaşma oranının o ölçüde düştüğü sonucuna varacaktı. Düşüncelerimiz ve yargılarımızın dayandığı temel, böylesi bir okuma illüzyonundan veya sosyal medyanın sığlığından ibaret hale geldiğinde birer “yapmacık zeka”ya dönüşmemiz işten bile değil…
Son 10 yılda en yaygın medyum haline gelen sosyal medyanın teknolojisi, terbiyesini kitap okumadan almış yoğunlaşma meziyetimizi hızla köreltiyor. Bu da, özellikle de toplumların “okuyan-yazan” bireylerini derin okumalardan hızla uzaklaştıran bir etkiye dönüştü.
Nicholas Carr, sonraki yıllarda “Sığlık: İnternet Beynimize Ne Yapıyor?” başlığıyla kitaplaştıracağı düşüncelerini ilk kez Atlantic dergisinde 2008 yılında paylaştığı “Google bizi ahmaklaştırıyor mu?” yazısında, “Bir zamanlar, okurken, kelime denizinde bir dalgıçtım. Şimdilerde ise okurken sadece o denizin üzerinde bir jet ski ile kayıyor gibiyim” şeklinde yakınacaktı bu akışkan yüzeysellikten.
Carr, aynı yazısında birçok gazeteci, bilim insanı ve aydının uzun zamandır hiç kitap okumadıkları itiraflarını art arda sıralayacaktı. Örneğin, Michigan Üniversitesi Tıp Fakültesinden patolog Bruce Friedman, ona, “İster internette ister kağıtta olsun, uzun makaleleri okuma yeteneğimi tamamen kaybettim. İki üç paragraftan fazlası bile bana uzun geliyor. Artık istesem de Savaş ve Barış’ı okuyamam gibime geliyor” diye yakınacaktı…
Mark Twain vaktiyle, klasikleri, “herkesin okumuş olmayı çok istediği ama okumadığı kitaplar” şeklinde tanımlamış. Günümüzdeki halimizi görse, genel olarak kitapları, “herkesin okumuş olmayı istediği ama okumadığı uzun paylaşımlar” şeklinde hicvederdi belki de…
Yanlış anlaşılmasın, her geçen gün daha az okuyan bir türe dönüşmüyoruz. Tam aksine bugün, gazetecimiz, aydınımız, akademisyenimiz, politikacımız, öğrencimiz ve hele hele sokaktaki ortalama insan, sadece 1970‘ler veya 1980‘lerdeki muadillerinden değil, tarihteki bütün muadillerinden çok çok daha fazla okuyor. The Morning News‘in editörü Nikkitha Bakshani‘nin ‘Aşırı Okuma İlleti’ yazısında aktardığı bir araştırmaya göre ortalama bir Amerikalının gözleri bir gün boyunca gazete, SMS, reklam, pano, kitap, sosyal medya, TV gibi araçlardan ortalama 100 bin yazılı kelimeye denk geliyor. Pazarlama şirketi Likehack‘in derlediği verilere göre de, ortalama bir sosyal medya kullanıcısı günde ortalama 54 bin kelime eden içeriği okuyor. Yani, her birimiz,
bir yandan ‘kitap okumaya hiç vaktimiz kalmıyor’ diye yakınırken, farkında olmadan, her gün, bir araya getirildiğinde orta halli bir ROMAN oluşturacak büyüklükte içerik okuyoruz…
Blogger Charles Chu, sosyal medyaya ayırdığı zamanı kitaba ayırdığında bir yılda 200 kitap okuduğunu aktarıyor. Elbette ki böylesi bir inziva, günümüz alışkanlıkları içinde çoğumuz için zor veya gereksiz bir eylem ama sosyal medyaya ayırdığımız zamanı, ortalama kitap sayısı olarak görmek de göz açıcı…
Hepimiz aşırı okuyoruz ama bu okumamız, çeşitli yönleri ve sonuçlarıyla gerçek bir okumadan farklı bir okuma…
Sosyal medyanın, okuma şeklimize, düşünce sürecimize ve düşüncelerimizi paylaşma üslubumuza etkileri çok büyük. Ve okuma şeklimizdeki bu radikal dönüşümün, düşünce tarzımız üzerindeki etkisinin farkında bile değiliz.
Sosyal medya; duygusal provokasyon yüklü, aşırı, ayrıştırıcı ve reaksiyoner paylaşımın, sakin sağduyulu, kuşatıcı, ilkeli, konunun kompleks yapısını anlama amaçlı içeriklerden çok daha yaygın değer gördüğü bir yer… Rasyonel bir konsensüse ulaşma ve gerçeği ortaya çıkarma arayışının yerini, kabileci, grupçu, egoist, zaferi haklı olmaya önceleyen, her şeyi karşıt görülenlere yıkma hevesli bir kakofoni alıyor. Sorunlara geniş açılardan daha derin daha soğukkanlı, daha çözüm odaklı bakışın sesini duymayı zorlaştırıyor.
Dahası, sosyal medya bizi altından kalkamayacağımız yoğunlukta bir akışa maruz bırakıyor. Bu aşırı haber, bilgi ve yorum yüklemesi de bizi, kestirmeden, önyargılarımızı ve her konudaki mevcut yargımızı pekiştirecek haberlere, yorumlara ulaşmaya yöneltiyor. Sosyal medya platformlarının ‘azami trafik, azami tıklama’ amaçlı algoritmaları da buna yardım ediyor. Bizi, kendimizi daha konforda ve müttefik ortamda hissedeceğimiz filtre balonlarının içine ve tekrarlara hapsediyor.
Bu yüzden de, Nobel Ekonomi Ödülü sahibi Daniel Kahneman‘ın Hızlı ve Yavaş Düşünme kitabında, “Sistem 1” ve “Sistem 2” dediği iki düşünce tarzı arasındaki farkı en iyi gözlemleyebileceğimiz yerlerden biridir sosyal medya…
Sistem 2, ariflere, mütefekkirlere, aydınlara özgü, tarta tarta, farklı açılardan da bakarak, bilmediği, anlamadığı, kaçırdığı noktaları olabileceğini hesaba katıp anlamaya çalışarak “yavaş” düşünme tarzıdır. Gayret ve zahmet gerektiren, saman alevi gibi parlamayan, ahlaklı, mantıklı ve tutarlı olmaya değer veren, bilinçli ve farklı açıları da görmeye hevesli bir düşünce sürecidir. Bir yargıya varması zaman alır. 6000 bin yıl kadar önce, sürülerimizdeki keçi sayımızı veya ambarımızdaki buğday miktarını hesaplama çabasıyla gelişmeye başlayıp, günümüzün en kompleks ayrıntılara dikkat edebilen insan beynine ulaşmamızı sağlayan düşünce tarzıdır. Uygarlığı doğuran şeydir. Sistem 2’nin ideal medyumu, akademi, kitap veya uzun derinlikli okumalardır.
Sistem 1 ise, türümüzün yüz binlerce, milyonlarca yıllık evriminde doğada var olabilmek için geliştirdiği ilkel düşünce biçimimizdir. Anında kavgaya, anında vurmaya, anında uçmaya, anında kaçmaya hizmet eder. Otomatiktir, zahmetsizdir, çok çabuk ve kestirmeden tamamlar kendini. Önyargılara, bilinçaltı müktesebatına ve ilkel duygulara dayanarak hemen yargıya varır. İdeal medyumu ise, iki cümlede her şeyi anlatan Tweetleri, görsel Facebook memeleri, tek kare fotoğraf üzerine bina edilmiş ‘düşünceleriyle’ sosyal medyadır. İnsan olarak beynimizin her iki düşünce tarzına da ihtiyacı var. Ancak, uygar bir toplum için sistem 2 düşünce tarzının varlığı olmazsa olmazdır. Aydınları, gazetecileri, akademisyenleri bile sadece sistem 1 düşünce tarzına kendini mahkum etmiş toplumlarda asla uygarlık olmaz.
Derinleşme, yoğunlaşma ve nüanslardan uzaklaşmak, bizi, istisnasız hepimizin az da olsa yaşadığı yanlış bilgilendirme etkisi (misinformation effect) denen psikolojik etkiye de çok daha açık hale getirir. Gerçeği perdelemek için kasıtlı olarak yanlış bilgi vermeyi ifade eden ‘dezenformasyon‘dan farklı olarak mizenformasyon, farkında olmadan yanlış bilgilendirme demek. Çoğu zaman, öyle olmuş olabileceğine inanmaya hazır olduğumuz için bir bilgiyi doğrulamaya ihtiyaç duymadan paylaşmakta beis görmez ve mizenformasyona neden oluruz. Mizenformasyon etkisi ise, önyargımızı destekleyen yanlış bir bilgiyi, yanlış olduğunu öğrendikten sonra bile unutmazken, fikrimizi desteklemeyen doğru bilgileri hafızamıza kaydetmemeye neden olur. Düşünce dünyamızı, yanlış iddialarımızın ve sığlığın kölesi yapar.
Bir kitaptan veya internetten kapsamlı, derin okumalar, bize sakin ve basiretli bakış kazandırır. Günlük gelişmeleri bile anlık heyecanlardan değil, nedenleri ve sonuçları ile daha geniş perspektiften anlamamıza yardım eder. Sosyal medya kaynaklı yüzeysel okumalar ise, telaşlı, panik, paranoyak, sansasyonel düşünce yapısının küresel bir salgına dönüşmesinde önemli role sahiptir. Saman alevinden uygarlığın sonunu geldiğini düşünecek bir ruh hali oluşturur. Korku ve paranoya insanları aşırılığa, sistem 1 merkezli düşünmeye yönelten güçlü motivasyonlardır. Varoluşsal tehdit altındayız, küresel güçler ülkemizi yok etmek için birleşti, bir olma yada ölme yol ayrımındayız gibi iddiaların hiç sorgulanmaması, birbirinin kopyası komplo teorilerinin kürenin her yerinde orijinalmiş gibi kabul görebilmesi, zihinsel ve entelektüel sığlık ister. 10 yıl önce özgürlüğün platformu olarak selamlanan sosyal medyanın bu sığlığı kolayca inşa eden bir ortam olduğu son 10 yılda daha net anlaşıldı.
Roman ve edebiyatın kitleselleşmesiyle empati dairesinin genişlemesi, hukuk devleti, şeffaflık, kuvvetler ayrılığı, insan hakları, ifade özgürlüğü, bireysel inanç özgürlüğü, kültürlere ve çeşitliliğe saygı gibi konseptlerin yükselişi arasında bir bağ olduğu gibi, son 10 yılda kürenin dört bir yanında, bu konseptlerin ve ilkelerin aşağılanmasına paralel olarak ırkçılık, nasyonalizm, yabancı düşmanlığı, bencillik, çıkarcılık, diktatörlük, etik değerlerin hiçe sayılması, dincilik, hamaset, nefret ve komplo teorilerinin yükselişinde de, okuma tarzımızdaki bu radikal değişimin de bir etkisi var…
Okuyan beynin bilimini ve öyküsünü anlattığı Proust ve Mürekkepbalığı kitabının yazarı nörolog Prof. Maryanne Wolf, Guardian‘da yayınlanan bir makalesinde derinlikli konsantre okumanın yerini artık ‘göz gezdirmenin’ aldığı tespitini yapıyor. Artık okumuyoruz, metinleri hızlıca aşağı kaydırıp, dikkatimizi çekecek bir ara başlık, isim veya sözcük var mı diye şöyle bir bakınıyoruz. Bu tür okumanın yol açtığı ‘idrak etme sabırsızlığı’ sorununa dikkat çekiyor Wolf. Aciliyetten, bizimle aynı soydan, ırktan, inançtan, düşünceden, sosyal çevreden, yaşam tarzından, tepkisel tavırdan olmayan başkalarının duygularını anlamaya, karmaşıklığı ve çoğulculuğu kucaklayacak zihinsel çabaya, güzelliği algılamaya, küreyi ve evreni tanımaya ve en önemlisi kendi düşüncelerimizi oluşturmaya hiç vaktimiz olmuyor.
Aydın ve arif bir insan olmak, ulaşılıp kalınan sabit bir sosyal statü veya bir unvan değil. Derinlikli okuma, anlama çabası ve karşılaştırmalı düşünme eyleminin sağladığı bir perspektiftir. Beslenmesi durunca, perspektif de kaybedilir. Bir dönem bize yeni açılar kazandıracak perspektife sahip bazı insanların, yaşamlarının bir döneminde birer sığ demagoga, propaganda papağanına dönüşebilmesi bundan.
‘Yoğunluktan’ veya ‘vakit bulamadığımız’ için hiç kitap okuyamayan bir insana dönüşünce, sadece öğrencilik yıllarımızda veya yaşamımızın bir bölümünde okumuş olduklarımızla yaşamımız boyunca ‘aydın’ bir insan kalamayız. Fiziksel olarak aktif olmayı bırakıp abur cubur yemeye başladığımızda bedenimizi zinde ve sağlıklı tutmak ne derece mümkünse, kitap okumayı bırakıp, sosyal medyadan abur-cubur okumalarla düşünce dünyamızı kuşatıcı, zinde, anlamaya ve tanımaya açık tutmak da o derece mümkün olabilir.
Çoğumuzun bilgisayarları, hafif bir göz gezdirdikten sonra, ‘fırsat bulduğumda okurum‘ diye bookmark‘a listelediğimiz veya kaydedip dosyaladığımız ama bir daha asla okumadığımız şahane yazılarla dolu… Bir gün vakit ayırıp çok şahane okumalar yapacağımız yanılgısı yaşıyoruz. Bunun yerine, ‘timeline’ımızda 24 saat durmaksızın akıp duran ve çoğu birkaç dakika sonra çöp olacak içerikleri, veya yüz ayrı kişiden aynı konu veya haberi tekrar be tekrar okuyabiliyoruz. Anlamlı bir metne 20 dakika ayırmayı zaman israfı görürken, gün içinde yüzlerce kez ‘günaydın’, yüzlerce kez ‘iyi akşamlar’, yüzlerce kez ‘hayırlı cumalar’, yüzlerce kez ‘kandiliniz mübarek olsun’ vs yeniden ve yeniden okuyabiliyoruz.
Toplumsal gündemimizi tourette sendromlu vakaların tartışmasına veya papağan atışmasına benzeten nedenlerden biri de belki de bu…
Bütün okuma faaliyetimiz, sosyal medyadaki sığ ve anlık okumalardan ibaret hale gelmişse, günün sonunda sığlaşmamız kaçınılmaz. Derinlikli okumayı bıraktığımızda, zihinsel yelkenlerimizi, okyanuslardan denizlere, denizlerden göllere, oradan su birikintilerine ve nihayet kuraklığa doğru açmış oluruz. En nihayetinde de elimizde, kurumuş bir gölden sonra karaya oturmuş bir tekne kadar işlevsiz bir zihin yapısı kalır.
Sosyal medyadan bardakla su taşıyarak yüzdüremeyiz o gemiyi…
“Neyi okuyorsan osun” diyor Maryanne Wolf bir başka röportajında ve ekliyor;
“ama bundan daha önemlisi, nasıl okuyorsan osun…”
NOT (1) :
Bu yazı, ilk önce (17 Mayıs 2019) “t24.com” ve “amerikabulteni.com” sitesinde yayımlanmıştır.
NOT (2):
Yazı görselleri, “acepfikir.com” editörleri tarafından eklenmiştir.