Verili hayat tabii, senin suçun yok… Baştan belli olan bir hayatın muhasebesi mi olurmuş? Senaryoyu sen yazmadın, yazılan senaryoya göre oynuyorsun… Peşine salınan şeytandan sen sorumlu değilsin. İyiliğin ve kötülüğün ölçütlerini sen belirlemedin. Üstelik kendi seçmediğin hayatın iyilik ve kötülük alternatiflerini ve tercihlerini yönetebilme yeteneği ve iradesi de senin dışında planlanmış… Kafesin içine konulmuşsun, kafesin çeperi dışına çıkma şansın yok ve senden ancak kafesin dışında gerçekleştirebileceğin melekeler isteniyor… Ya da birileri seninle dalga geçiyor!
Külli irade’nin hikmetinden sual olunamayacağına göre, gelelim cüz-i irade’ye… Yani sana… Diyelim ki elinde bir metin var. Yazarı Durmuş AĞZIKÜÇÜK… Bir garip felsefe öğretmeni demişler ona… Onun senden bir beklentisi var, bu yazıyı sonuna kadar, emek harcayarak, anlayarak ve özümseyerek okuman…
Müslüman, kutsal kitabın ilk sayfalarını okuduğunda teslim bayrağını çekiyor çabucacık. Esnemeye başlıyor, başı dumanlanıyor ve elinden usulcacık bırakıyor kitabı. Sonra okurum nasılsa diyor ve bırakış, o bırakış…
“Ölürüm Türkiye” diyerek, gaza gelen milliyetçi gardaşlarımız da kendi tarihiyle ilgili ciddi bir kitap aldığında eline aynı bıkkınlığın ve tembelliğin kucağına düşüyor… Bir ihanet daha!
Atatürkçü, modernist, çağdaş-entelektüel tutumlar sergileyen ve ufku açık görünen aydınlık yüzlerin de en az bu iki tip kadar sıkıntılı olduğunu söylemeye gerek var mı? Nutuk başta olmak üzere, cumhuriyet ve demokrasi ile ilgili temel eserlerin okunmasında nasıl da ayak diretiyorlar!
Okumak yerine izlemek veya dinlemek kolaycılığı her üç türü de ele geçirmiştir…
Sen hangisisin, bilmiyorum… Bu yazıyı sonuna kadar okumaya elbette sen karar vereceksin… Zaten yazının içine girmekle en önemli, onurlu, insanca adımı atmış olduğunu söylemeliyim. Teslimiyet değil de direngenlik kazandı kendi iç savaşınızda! Ama bu savaşı kazanamayan kitle, size göre ezici bir çoğunluktur ve hayatın rotasını ne yazık ki onlar belirlemektedir…
Cüz-i irade dedik ya! Kendi içinde özerk olan irade… Tamam, bir yanıyla genel bir irade var, doğa koşulları ve yaşadığın yer seni belirliyor fakat yine de bu yapı içinde otonom bir alan da açılıyor aslında… Seçim yapan bir varlık olduğunu ve kendi içinde seçim yapmada bir özgürlük alanının var olduğunu hissediyorsun… Yoksa niye bu kadar muhasebeler, pişmanlıklar, ahlar, vahlar olsun…
Ne yapmalı, nasıl yapmalı yüce Herakleitos?
Nasıl anlatacaksın Yüce Filozof, tembelliğin şirret bataklığındaki uyuşturulmuş kafalara? Nazım mı olmak gerek anlamak için seni? Neden “karanlık” dediler sana ve sen neden “sürü” dedin insanlara?…
Ne söylenirse söylensin, ağzı açık vaziyette aptal bir suratla dinledikleri için mi usta? Demagogların kolayca kandırabildikleri çıldırtıcı yığınlar oldukları için mi?
Ya da “farklı” ve “sorgulayan” cümleleri duyunca köpek gibi havlayan ve düşmanını sabırsızlıkla parçalamak isteyen hâkim tutucular haline gelebildikleri için mi? Çoğunluğun ve elbette haksız ve zorba çoğunluğun, namuslu ve haklı az’a karşı bilinçli yok etme cinnetleri nedeniyle mi? Neden sürü dedin insanlara Herakleitos?
Yüzyıllar sonra Üstat;
Ve bu dünyada, bu zulüm
___________________ senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
___________ kabahat senin, ________________
___________ — demeğe de dilim varmıyor ama —
___________ kabahatin çoğu senin, canım kardeşim! *
derken, senin gibi bir karanlık adamı çözebildi mi yani? Evrene hâkim olan “yasayı” Nazım da anlayabildi mi? Ateş’in evrensel yanışının varlıkları düzenli varoluş ve yok oluş girdaplarına sokuşunu ve varlığın hiçliğe, hiçliğin varlığa dönüşümünü, o korkunç ve ezeli hesaplaşmayı,o sürekli akışı ve o sonsuzca değişimi kavradı mı diyorsun?…
Ey ulu çınar! Ustam, Herakleitos… Hüznün ve hatta ağlayışların çağları etkiliyor ve ne yazık ki aydınlık ile karanlığın, iyi ile kötünün, namuslu ile namussuzun ezeli kavgasında senin o az görünen gülümsemen- o acı gülümsemen- aynı şekilde karanlıkçıların karşısında saf tutmuş bugünün az sayıdaki savaşçısında da öfkeyle ve bazen neredeyse yılgınlıkla yansıyor…
Ağla, Ey Herakleitos, bu çağa yakışır,
Bu kadar alçaklığı, bu kadar kederi gördükçe.
Gül, Ey Demokritos, canın ne kadar isterse,
Bu kadar kibri, bu kadar aptallığı gördükçe.**
Olmak istemediğimiz bir yol ağzında olduğumuzu düşünün… Oraya kadar sürüklemişler bizi… Devam etmeyi, bu yolu takip etmemizi bizim bilincimiz belirlememiştir. Ama o yoldan gitmemiz için savaşan güçler vardır, karşı konulması mücadele ve direngenlik isteyen…
İşte bu yol ayrımında namus ve onur bizi beklemektedir…
Seçiş…
Özgürlük!
Durmuş AĞZIKÜÇÜK – 2019/KASIM
Dipnotlar:
* Nazım Hikmet – Dünyanın en tuhaf mahluku
** Robert Burton – Melankolinin Anatomisi
Durmuş hocam döktürmüş
Hocam elinize sağlık,çok güzel olmuş.