Kafamda deli bir soru… (1) |
Yaşadığımız çağda en çok gündeme getirilen/sorulan ve hemen her Müslümanın -dışa vurmasa bile- zihnine mutlaka çarpan bir soru vardır. Bununla birlikte bu sorunun, herkesçe malum olan hazır cevapları da bulunmaktadır. Ancak bu klişe cevaplar -öyle görünüyor ki- inanan/inanmayan çoğu insan için tatmin edici olmamıştır. İşte bu yazımızda, çoğu insanın kafasında “deli bir soru” olarak şekillenen söz konusu soruyu, bilimsel ve ilmî kaideler çerçevesinde ele almaya çalışacağız…
Bu soru, dinî alanda en sık sorulan sorulardan biridir. Bunun bilindik meşhur cevabı ise şöyledir:
“İbadet etmek ve imtihan olmak için…”
Ancak bu izah, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi söz konusu soruyu soranların da malumudur ve pek de tatmin edici durmamaktadır. İslam geleneğinde Gizli Hazine (Kenz-i Mahfî) ve Muhammedî Nur (Nur-i Muhammedî) gibi terimlerle telaffuz edilen tasavvufî izahlar da bulunmaktadır, fakat daha çok tasavvufî kesimde kabul gören bu izahlar da mantıkî pencereden pek yeterli olmamıştır. Nitekim İslâm’ın zâhir ulamâsı da yani dinin sırlarından, gizli/bâtın mânâlarından daha ziyade dinin açık seçik hükümleri üzere hareket eden âlimler de bu gerçeği teyit etmektedir. Örneğin; hadis bilginleri ve Hambelî mezhebi âlimleri başta olmak üzere tüm zâhir ulemâsı, özellikle tasavvufi kesmin savunduğu “Nur-i Muhammedî” inancının Hz. Muhammed’i (sav) ilâhlaştırmak anlamına geleceğini söyleyerek bu inancı “küfür” ve “şirk” saymışlar, daha önceki ümmetlerin de peygamberleri konusundaki aşırılıkları sebebiyle sapıklığa düştüklerini iddia etmişlerdir. Ayrıca Nur-i Muhammediyye ya da diğer kullanımıyla Hakîkat-i Muhammediyye fikrinin Yeni Eflâtunculuk’taki “logos” veya İskenderiyeli Aziz Clemens’in (ö. 215) peygamberlik konusundaki görüşleriyle ilgili olduğu, bunun önce Şiî muhitine, oradan da tasavvufa geçtiği ileri sürülmüştür. (Bkz. DİA, “HAKÎKAT-i MUHAMMEDİYYE”, c. 15, s. 179-180; “KENZ-i MAHFΓ, c. 25, s. 258-259.)
Peki bu konuda İslam’ın ilk ve ana kaynağı olan Kur’ân-ı Kerim ne diyor, ona bir bakalım isterseniz:
Kur’ân-ı Kerim’de, “hâkim” kelimesiyle Allah’ın hikmet sahibi olduğu, “bi’l-hak” ibaresiyle de yaratılışın gaye ve hikmete yönelik olduğu ifade edilir ancak bu gaye ve hikmet, açık ve etraflı bir biçimde ya da tüm boyutlarıyla ele alınıp açıklanmaz. Bununla birlikte Zâriyât Sûresi‘nin 56. ayetindeki “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” ifadeleri, yaratılıştaki temel gayeyi çerçeveleyen bir ilâhî bildirim olarak kabul edilmiştir. Fakat bu ifadeler, kendi nüzul (iniş) bağlamları çerçevesinde insanların gerçekte ne maksatla yaratıldığı sorusuna cevap niteliğinde değil, “illâ” (ancak ve ancak) edatındaki vurgudan da anlaşılacağı gibi, insanlar ve cinler dâhil tüm varlıkların Allah’a boyun eğmek, dolayısıyla da hiçbir varlığı O’na (Allah’a) eş koşmamak gibi aslî ve fıtrî (tabiî) bir sorumluluğa sahip olduklarını belirtir.
Ayrıca ayette insanların yanında cinlerin de zikredilmesi, ilk hitap çevresindeki müşriklere, “Kendisine ilahlık yakıştırdığınız, hatta Allah ile nesep (soy) bağı bile kurduğunuz gaybî (görünmez) varlıklar da sonuçta Allah’ın kullarıdır” şeklinde bir gönderme yaparak, müşriklerin cinler ve melekler gibi birtakım varlıklara tanrısal özellikler yakıştırmalarının temelsiz ve geçersiz olduğunu anlatır.
Yine de tüm bunlara rağmen yukarıdaki ayet (Zâriyât – 56), -dolaylı olarak- insanın Allah’a kulluk etmek için yaratıldığı gibi bir mesaj içerir. Ancak bu mesajı, zaten birçok ayetteki “Rab” ve “Abd (Kul)” sözcüklerinin anlamlarında da bulmak mümkündür. Kaldı ki A’râf Sûresi‘nin 179. ayetindeki “Andolsun biz, cinler ve insanlardan, kalpleri olup da bunlarla anlamayan, gözleri olup da bunlarla görmeyen, kulakları olup da bunlarla işitmeyen birçoklarını cehennem için var ettik. …” ifadeleri yaratılışla ilgili olarak, bambaşka bir şeye işaret etmektedir. Yani bu ifade, Zâriyât Sûresi‘nin 56. ayetindeki, “… Bana kulluk etsinler etsinler…” mealindeki ifadenin aksine, insanlar ve cinlerden pek çoğunun cehennem için yaratıldığına işaret etmektedir.
Yukarıdaki ayetlerin “düz” ve “katıksız” anlamlarından da anlaşılacağı üzere Kur’ân-ı Kerim; metin içi ve metin dışı bağlam örgüsüne kayıtsız kalarak, salt ibarelerin kalıpları içinde yorumlandığında, bazen aynı konuda birbiriyle ters düşen anlamlarla karşılaşılabilmekte ve bu tarz bir yaklaşım ve yorum tarzının Kur’ân-ı Kerim’in hemen her ifadesinden keyfî genel ilkeler ve hükümler çıkarma yanlışına sebebiyet vermektedir. Halbuki yukarıda zikredilen ayetleri, Kur’ân’ın metin içi ve metin dışı bağlam örgülerini dikkate alarak yorumladığımızda, her iki ayetin de “İnsanlar ve cinler niçin yaratıldı?” sorusuna cevap vermediğini, aksine “Tevhid” ve “Şirk” mücadelesiyle ilgili olarak müşrikleri kınadığını rahatlıkla anlayabiliriz.
Öbür taraftan,
Mülk Sûresi‘nin 2. ayetinde; ölüm ve yaşamın yaratılması, insanların dünyada yaşadıkları sürece güzel işler yapma imtihanına tabi tutulmasıyla ilişkilendirilmiştir. Buna karşılık, Talâk Sûresi‘nin 12. ayetinde; Yüce Allah’ın (cc) gökleri “yedi gök” olarak düzenlediği ve yeryüzünü aynı mükemmellik ve muhteşemlikte meydana getirdiği bildirilmiş, ardından da Allah’ın yaratma iradesinin bütün bu varlıklar üzerinde tecelli ettiğine işaret edilerek, son kısımda, “… Allah’ın her şeye kadir olduğunu anlayın diye …” ve “… Allah’ın bütün her şeyi ilmî açıdan kuşattığını anlayıp kavrayın diye…” mealindeki ifadelere yer verilmiştir. Bu ifadelerin başında yer alan lâm harfini, tâlil yani “gerekçelendirme” anlamında ele aldığımızda; evrenin yaratılmasındaki ana gayeyi, “Allah’ın her şeye kadir olduğunu insanların bilmesi” şeklinde formülize edebiliriz. Ancak bu harfi, “akıbet” anlamında ele aldığımızda; söz konusu ifadenin yaratılıştaki gaye ve amaca değil, evrenin yaratılışındaki mükemmellik ve düzen itibariyle Allah’ın kudretine işaret ettiği, dolayısıyla yaratılış meselesiyle ilgili diğer birçok ayetteki gibi “istidlal” yani bir veya birden çok önermeden başka bir önerme çıkarma işlevi gördüğü sonucuna varılabilir.
Özetle, bahse konu ayetlerdeki gayelilik ya da diğer bir kullanımla finalite; temelde kozmolojik bir hakikati vurgulamadan ziyade, evrende önemli bir konuma getirilen insanda “dinî-ahlâkî şuur”u uyandırmakla ilgili görünmektedir.
Bununla birlikte, Zâriyât Sûresi‘nin 56. ayetindeki “…bana kulluk etsinler diye…” ve Talâk Sûresi‘nin 12. ayetindeki “anlayıp kavrayasınız diye…” ibareleri; “Allah’ın gökleri ve yeri yaratmasıyla ilgili maksatlardan biri de insanların zat-ı ilâhiyenin her şeye kadir olduğu ve bütün her şeyi ilmiyle kuşattığı gerçeğini bilip anlamaları” şeklinde ifade edilebilecek bir anlamı da kapsar. Ancak bu kapsama alanı, “Allah bütün âlemden ve bütün her şeyden müstağni olduğu (yani ihtiyacı olmadığı) hâlde kâinatı ve insanı ne maksatla yarattı?” sorusunun tam olarak cevabı değildir.
Netice itibariyle, günümüzde birçok insanın zihnini kurcalayan ve kafalarda “deli bir soru” olarak duran “Allah insanları/varlıkları niçin yarattı?” sorusu, her yönüyle tatminkâr bir cevaba kavuşamamış görünmektedir. Ne yazık ki gerçek bu… Burada; İmam Mâtüridî gibi,
“Bu soru fasittir (arızalıdır), böyle bir soru sorulamaz.”
ya da Ziya Paşa gibi,
“İdrâk-i meâli bu küçük akla gerekmez; zira bu terazi bu kadar sikleti çekmez”
şeklinde bir çıkış yoluna gidilebilir elbette… Ancak inanın yukarıdaki tumturaklı cevaplarla bile bu insanî merakın önü alınacak gibi değildir. Nitekim Platon ve Aristo’dan Yeni Platonculara kadar birçok kadim filozof, bu büyük ve ciddi sorunun cevabını bulmak için “gayelilik”, “erekbilim” ya da diğer adıyla “finalite” konusuna kafa yormuşlardır. Aynı şekilde İslam düşünce geleneğinde Meşşâî felsefe ekolünün kurucusu olarak görülen Kindî‘den sonra birçok Müslüman filozof ve mütekellim de bu konuyu; gaye, nizam, hikmet ve inayet gibi terimlerle açıklamaya/cevaplamaya çalışmışlardır.
Bu mesele, bir tek yazı ile halledilecek gibi görünmemektedir. Gelecek yazıda bu meseleyi konuşmaya devam edeceğiz… Sakın bir yere ayrılmayın… 🙂
Bir de “bilinmeyi istemek” var Sabri Hocam. Sanırım incilde Tanrı’nın varlık sahasını ve özellikle insanı yaratma amacı bu şekilde ifade edilmiş.Yaradılışın iki yönü var…Birincisi, bilinmeyi isteyen bir varlık ve bundan ortaya çıkan ikincisi, yaradanın kudret ve azametini bilmek durumunda olan varlık(insan).Sonuç olarak, nasıl ki yaradılanın yaradana ihtiyacı varsa, temelde yalnız-tek başına olan varlığın da yani yaratıcının da yaratacağı-yarattığı varlığa ihtiyacı var…
Uzmanlık alanım olmayan konuda naçizane düşüncemi paylaşmak istedim.Selamlar, saygılar. Emeklerinize sağlık.
Doğrudur hocam, bu meselenin genel çerçevesi, çizmiş olduğunuz gibi diyebiliriz…
Ayrıca parçada sözünü ettiğiniz ve “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim ve kâinatı yarattım.” kutsi hadisini dayanak alan noktaya, parçada şu şekilde değinmişim:
“… İslam geleneğinde Gizli Hazine (Kenz-i Mahfî) ve Muhammedî Nur (Nur-i Muhammedî) gibi terimlerle telaffuz edilen tasavvufî izahlar da bulunmaktadır, fakat daha çok tasavvufî kesimde kabul gören bu izahlar da mantıkî pencereden pek yeterli olmamıştır. …”
Ancak henüz açmadım meseleyi, 1. yazı diye… Onu bu yazının devamı olan 2. yazıda açmayı düşünüyorum…
Katkınız için teşekkürler…
Şu noktalar üzerinde tespitler yapmakta yarar var
*Mutlak olarak tek olan(ahad),tek olmayanları yaratmıştır
*Sonsuz olan sonlu olanı yaratmıştır
*Samed olan muhtaç olanı yaratmıştır
*Mekan ve zamana tabi olmayan ancak mekan ve zamanda var olabileni yaratmıştır.
*yeryüzündeki canlıları ve varlıkları toprakta bulunan metaryallerden yaratmıştır.
Mutlak anlamda tam olan eksikliklerle tanımlananları yaratmıştır.
* Bu alemde yarattıkları içinde sadece insana akıl ve metafiziksel kavrama yapabilme yetisi vermiştir.
*Topraktan yarattığı insana bilkuvve olarak heva ve takvayı ilham etmiştir.
Bunların altını çizmemin sebebi sorulan soruya cevap ararken cevabın Tanrı’nın zihninindeki erekselliği anlamanın mümkün olmaması bunun ancak yaratanın yaratılış biçimi üzerinde tefekkürle bir yöntem olarak düşünülebileceği tespiti yapmak.Yoksa sınırlı akıl sınırsız olanı kavrayamaz ancak spekülasyon yapabilir.
insana biçilen rol ise onun kendi tabiatına (toprağa) uygun bir yaşam mı yoksa ateşin tabiatına uygun bir yaşam sürüp sürmeyeceği
Sonuçta kendi tabiatına uygun yaşayanları toprak ve suyun bulunduğu cennete ateşe öykünenleri ateşin tabiatına cehenneme göndereceğini beyan ediyor.