• DOLAR
  • EURO
  • ALTIN
  • BIST
Niyazi Okan Çelebi
Niyazi Okan  Çelebi
niyaziokancelebi@gmail.com
BİN YILLIK HAÇLI SEFERİ
  • 0
  • 288
  • 24 Mayıs 2020 Pazar
  • 1 Puan2 Puan3 Puan4 Puan5 Puan
  • +
  • -

Haçlı Seferleri olarak kabul ettiğimiz ve hem Avrupa hem de İslam dünyası adına büyük önem teşkil eden olaylar zincirinin farklı bir bakış açısı ile incelediğimiz bu yazıda, seferlerin bir olay örgüsü yerine kökleşmiş bir olgu halini aldığını gözlemleyeceksiniz.

Tarihi kaynaklara bakıldığında, Haçlı Seferleri İsa’dan sonra 1095 yılında başlayıp yine aynı zat-ı muhteremden sonra 1272 yılına dek süren olaylar silsilesidir. Bu süreci incelemek adına yazılmış ve bulunmuş binlerce eserin birbirinden değerli müelliflerine göre bu zincirin başlaması, gelişmesi ve sonuçları ile alakalı görüşler genellikle aynı çerçevede birleşmektedir. İşin aslına bakıldığında da pek de haksız sayılmazlar çünkü bu denli uzun bir süreci kapsayan olayların çok da farklı ya da spesifik nedenleri veya sonuçları olamaz gibi görünmektedir. Lakin konuya vâkıf kişilerin ayrıldığı noktalar da bulunmaktadır, bunların başında da bu zincirin gelişimi veyahut yaşananlarından ziyade başlangıç ve bitiş tarihleridir. Yani diğer bir anlatışla bazı müellifler seferlerin başlangıcı olarak 1096 yılında gerçekleşen Clermont Konsülü ve neticesinde tüm Katolik Avrupa halkına seslenen Papa II. Urbanus’un nam-ı diğer Otho de Lagery’in yaptığı ünlü konuşması olarak kabul ederken, bitiş tarihi olarak 1272’de yapılan sekizinci ve amaçsız Haçlı Seferi’ni kabul etmemektedir. Bu fikirlerini de gayet somut ve bir o kadar da mantıklı sebeplere dayandırmaktadırlar.

Müellifler arasındaki ayrımın kanıtlarını ortaya koyabilmek adına ulaşmamız gereken en önemli bilginin seferlerin bitiş tarihi olduğu ortadadır. İkinci grup olarak adlandıracağımız bu müellifler sürecin bitiş tarihini tam olarak verememelerinin nedeninin seferlerin hâlihazırda devam ettiğine olan inançlarıdır. Peki haklı olabilirler mi? Bu gayet mümkün gibi görülmekte, 1096 ila günümüz arasında yapacağımız tarihi bir araştırmada birçok devlet adamı, komutan, düşünür ya da zengin -burjuva- tarafından bu söylemin zahiri ve batini şekilde telaffuz edildiği görülmektedir.

Kısa araştırmamızın kanıtlarının sunumuna pek tabi şu malum şahıs II. Urbanus’un ateşleyici konuşmasından bir alıntı ile başlamakta fayda görmekteyim:

Ey Frenkler!

Tanrının sevdiği ve seçtiği ırk! Kudüs ve Konstantinopolis sınırlarından gelen acı haberlere göre, Tanrı’ya tamamen yabancı, lanetlenmiş bir ırk; Hıristiyanların bu kutsal topraklarını vahşice işgal etmiş, etrafı yağmalayıp yakarak buraların nüfusunu boşaltmıştır. Esirlerin bir kısmını kendi ülkelerine sürmüş, bir kısmını da acımasızca öldürmüşlerdir. Sunaklarımızı günahlarıyla kirlettikten sonra tahrip etmişlerdir. Toprakları bir uçtan diğer uca iki ayda dahi geçilemeyecek genişlikte olan Yunan Krallığı, şimdi onlar tarafından parçalanmakta. Bu büyük krallık, topraklarından mahrum durumda…

O halde tüm bu olanların öcünü alma, kaybedilen toprakları geri kazanma görevi kimin?

Urbanus’un 1095 yılındaki bu konuşmasında yer alan söylemlerin tümüyle Hıristiyanlık dininin savunulması ve lanetlenmiş ırk olarak gördüğü Türklerin ortadan kaldırılmasına yönelik olduğu söylenebilir. Fakat gerçekte öyle midir? Bu oldukça şaibeli bir iddia olur. Çünkü bu amaç ile başlanan seferlerin dördüncüsü olarak bildiğimiz 1200-1204 seferi hiç de Urbanus’un söylediği gibi sonuçlanmamıştır. O, korumak adına tüm varlığını ortaya koydukları Konstantinapolis, Haçlı Katolikler tarafından yağmalanmıştır. Demek ki Urbanus’un konuşması pek de dini bir anlayışa nam-ı diğer kutsallığa hizmet edememiştir. Peki bu durum seferlerin sonucu anlamına gelmez mi, neticede amacından sapmış olması bu işi bitirmez mi? Tabi ki hayır tam tersi bir anlayışla sonrasında yapılacak tüm savaşlara kutsaliyet katan bir ‘’NAM’’ halini alacaktır. Haçlı seferi, haçlı ordusu gibi kavramların artık savaş literatürüne tamamen girmesini sağlayacaktır. Böylece din ve Tanrı kavramları amacını gerçekleştirmek isteyen herkesin en büyük dayanağı olacaktır. Haklı da olsa haksız da olsa.

Urbanus’un söylemlerinin yarattığı etkinin bir farklı türünü de yüzyıllar sonra 22 Haziran 1789 tarihinde Mısır üzerine sefere çıkmaya hazırlanan ünlü ama kısa Fransız Napolyon Bonaparte’dan görmekteyiz.

‘’Askerler! Öyle bir Fütuhata (zafere) çıkıyorsunuz ki bunun medeniyet ve dünya ticareti üzerindeki etkileri hesapsız olacaktır. İngiltere’yi en emin ve hassas yerinden vuracaksınız, öldürücü darbe sonradan gelecek. Yalnızca İngiliz ticaretini destekleyen, bizim tacirlerimize (tüccar) kötü davranan, zavallı Nil halkını boyundurluk altına alan Memlûk beyleri, gelişimizden birkaç gün sonra yok edilecek. Aralarında yaşayacağınız millet müslümandır; ”Tanrıdan başka tanrı yoktur, Muhammed’de onun peygamberidir”: İşte onların başlıca inancı. Bu inanışlarına karşı durmayın; Yahudilere, İtalyanlara karşı nasıl davrandıksa, onlara da aynı şekilde davranın; vaktiyle hahamlara, papazlara yapmış olduğumuz gibi onların müftilerine ve imamlarına karşı da saygı gösterin. Romalı lejiyonlar, bütün dinleri himaye ediyorlardı. Burada Avrupa’dan farklı örf ve âdetler göreceksiniz, onlara uymanız gerek. Karşılaşacağınız ilk şehir, İskender tarafından kurulmuştur. Orada, her adımda, Fransızların gıpta hissini harekete getirecek hatıralar bulacağız.’’

Tanıdık bir deyiş öyle değil mi, Napolyon bu nutkundan sonra Mısır’a asker çıkarmış fakat coğrafyanın ve tabi ki İngilizlerin o bilindik siyasi manevraları doğrultusunda başarısız olmuştur. Burada bir önemli noktada aynı 4. Haçlı Seferi’nde yaşandığı üzere Napolyon’un amaçları uğruna dini kullandığını gözlemlememizdir. Mısır’a gemileri ile yanaştığında kendisini korkuyla karşılayan Mısır halkına yönelik yaptığı konuşma da buna önemli bir kanıt teşkil eder:

‘’Mısır halkı! Size, dininizi yıkmak için geldiğimi söyleyeceklerdir. İnanmayınız. Onlara, haklarınızı iade etmek, sizi sömürenleri cezalandırmak için geldiğimi ve Memlukler ’den daha fazla Allah’a, Peygamberine ve Kur’an’a saygı duyduğumu söyleyiniz.”

Görüldüğü üzere iki farklı dönemde de Katolik dünyasının dini ön plana sürerek aslında farklı amaçlarını sahnelediğini görmekteyiz. Bu durum sanayi ve teknolojinin henüz dünyanın yönetimini ele almadığı dönemlerde sadece birer fetih ya da işgal olarak görülse de Dünya düzeninin değişmeye başladığı 20. Yüzyıl itibariyle toplum ve siyaset üzerinde oldukça etkili olmaya başlamıştır.

20. yüzyılın hemen başında etkinliğini arttırmak adına büyük bir savaşa neden olan İngiltere, karşısında yer alan tüm düşmanlarını ortadan kaldırmak amacıyla “din afyonunu” bir süreliğine kenara bırakmış, yerine kraliçesini tanrılaştıran bir politika izlemeye koyulmuştur. Sömürgecilik anlayışı ile bu amacına oldukça yakınlaşmış hatta milliyet anlayışını tabi ki parantez içinde (her şeyden) üstün tutmuştur. Tüm toplumlara özgürce yaşayabileceklerini, ticaret yapabileceklerini, kendi yöneticilerini kendileri seçebileceklerini söylemiş, buna karşı olanları da elleriyle cezalandıracağına dair garantiler vermiştir. (Burada insanın aklına hemen Mondros Ateşkes Anlaşması geliyor neyse) Fakat bu halkların yapması gereken tek bir şey vardı o da gönülden inanmaları ve dillerinden düşürmemeleri gereken bir söz  (God Save the Queen) yani “Tanrı Kraliçeyi Korusun”, işte bu anlayış ile İngiltere’nin Haçlı seferi küçük bir farklılıkla aynen 1096’da olduğu gibi devam etmekteydi.

Sonuç olarak;

Haçlı anlayışının tarihsel süreç içerisinde başladığı lakin henüz sonlanmadığı apaçık ortada durmaktadır. Bu anlayışın ekonomi, siyaset ve kişisel ya da ulusal çıkarlar bölümü hayli etkiliyken, olması gereken kısmı yani dini tarafı sadece isim olarak kalmıştır. Yazı içerisinde üzerine değinip açmadığımız konuların her biri ayrı bir araştırma olması hasebiyle farklı yazılarda işlenecektir. Son söz olarak siyasi şahsiyetlerden çok da sıra gelmeyen fakat dünya siyasetinin belki de gerçek karar vericileri olan Orta Çağ’ın burjuvası 20. Yüzyılın ise kapital ağası diyebileceğimiz zenginlerden birinin deyişi ile bitireyim.

1849 yılında ölmeden önce Mayer Amschel Rothschild’in karısı Gutle Schnaper’in şöyle bir sözü rivayet edilir:

Oğullarım savaş istemeseydi, hiçbir savaş olmazdı.


Niyazi Okan ÇELEBİ / Mayıs – 2020

Sosyal Medyada Paylaşın:

Düşüncelerinizi bizimle paylaşırmısınız ?

  • YENİ
  • YORUM
Yazarlar tarafından sitede yayınlanan tüm yazılar, resimler ve videolar ile ilgili hukuki sorumluluk yazarların kendilerine aittir.