EN SERT VE ACIMASIZ SÖZLERİMİZİ SÖYLEMELİYİZ! |
Şeyler, mekanik tarzda işleyen bir sistemin pasif ve basit unsurları değildir. Ancak, bu gerçeği bilip, maddenin devinimini, karşılıklı ilgi ve etkileşim noktalarını araştırmak çok kolay değildir. Her şey, her şeyle ilgilidir, her şey her şeyi etkiler. En uzak olduğunu düşündüğümüz unsurların bile diyalektik bağlantısı muhakkak ki çıkacaktır. Bu yüzden, hareketin yasalarını kavramış namuslu ve direngen bilinçler, “gevşekliğe, boş vermişliğe ve umursamamaya” karşı savaşmalıdırlar. Zira bunlar, insanlığın bunalım dönemlerinin görüntüleridirler ve onların alçakça sömürülmesine yol açan “kendi silahıyla vurulmayı” içermektedirler.
Teknolojik gelişmenin tekelini elinde bulunduran ve akılcılıkla bilimsel gelişmeyi pragmatist tarzda düzenleyen Emperyalist ülkelerin, yeraltı ve yer üstü kaynaklarını sömürdüğü ülkeleri sürüklediği yer, açlık ve sefalet olacaktır. Halkı kırbaçlamayıp tam tersine översek, vatan topraklarının adım adım elimizden alınmasına ve kendi toprağımızda boğaz tokluğuna çalışan bir maraba konumuna düşmemize sebep oluruz. Yöneticiler, kolay yönetmek için kısa vadede halkın hesap sormayan, sorgulamayan, dogmatik karakterini yaratmak için uğraşabilirler. Ancak, bu tutum onları ve onların çocuklarını, kendi geleceklerini de tehlikeye atacak bir tutum anlamına gelecektir.
Artık, satacak bir şeyi kalmayan insan ne yapacaktır? Artık satacak bir şeyi kalmayan ülke ne yapacaktır? Ya hırsızlık, gasp, soygun gibi yöntemlere başvurulacaktır ya da iyice düşkün hale geldiğinde “kendini satacaktır”. Her şey her şeyle ilgilidir derken, işte bu noktaları kastediyordum. Hayata karşı kurnazca ve korkakça ilgisizlik, sonsuzca ögeyle etkileşim içerisine girecek ve nihai noktada bizden sonraki kuşakları, yani çocuklarımızı ve torunlarımızı “fahişe” haline getirecektir!
O yüzden,
ahlaksızlığa karşı en sert tutumlarımızı almalı
ve en sert ve acımasız sözlerimizi söylemeliyiz.
Başlayalım o halde…
Kahredici bir kısır döngü içerisinde on yıllar boyunca dönüp dönüp sana yakın bulduğun(namazı niyazı, dili, aldatması) varlıkları baş tacı ettin. Sana attıkları her kazıkta ağız dolusu küfretmekle kaldın. Küfredemediğinde çoluğunu çocuğunu, eşini ve kendinden zayıf kimi bulduysan haşladın. Sonra yine, sonsuzca benzer varlıkları başımıza sardın. Hiçbiri, hiçbir zaman sana verdikleri sözleri asla tutmadılar. İnsanda yüz olur, sürekli kandırıldığın adamlar tarafından uğradığın hakaretleri bilince çıkaramadın. Seninle ve sana benzeyen yığınlar ile top gibi oynamalarına izin verdin.
Arada vicdanın sızlar gibi oluyordu, ama onurlu insanların peşine takılacak cesareti gösteremedin. Kendisi için değil, halkın onurlu geleceği için kavga verenleri, sana kazık atanların gözünden gördün. Hain dediklerine hain dedin. Koftiden kahraman diye yutturduklarına kahraman dedin. O ışıltısız yüzünü, o dayanılmaz iğrenç ablak suratını hem egemenler zevkten dört köşe ve tepelerden mağrurca hem de aydınlar o dayanılmaz ağrıları içinde umutsuzca ve yanarak gördüler. Yanarak! Kelimenin tam anlamıyla böyle, yanarak…
Kan emiciler kahkahalar atarken, aydınlar ağlayarak baktılar senin o biiip, kurnaz, oportünist suratına! Küfretmediler sana, oysa dünyanın tüm küfürlerini üzerine yığsak yine de az gelecek o şirret suratına…
Bencil ve fırsatçı biiiip! Kararsızlığının bedelini hem kendin, hem yakınların, çocukların, hem de bizler ödeyeceğiz… Kurtulurum kıyıdan kıyıdan yaşarsam diye düşünüyorsun biiiiip! İşini kaybetme korkusu, biiiip korkusu… Bir kez ölemediğin için her gün ölmeyi seçtin, korkak biiip seni! Korkunun ecele faydası yok işte, patronların iki dudağı arasındasın, bir gün seni de işten atabilirler… Geriye ne kalır? İşten atılmış bir namussuz! Korkak namussuz!
Sen işini kaybettiğinde canhıraş itiraz edip işine dönmen için kıyasıya mücadele eden insanlardan utanmadın, bir umut amirlerine yaltaklanmaya devam ettin… Ne geziyorlar lan bu adamlar? Onlara ne? Sanki siz mi işinizi kaybettiniz, kimsiniz siz? Bozguncular mı yoksa? Din ve devlet düşmanları olmasın sakın? İçindeki pisliği genelleştirdin, onlardagördün… Bir başkası için, öteki için kavganın, aynı zamanda kendimiz için kavga anlamına geldiği gerçeğini sezemedin, kavrayamadın, öğrenemedin… Tembel biiiiip!
Aldığın her kaytarık tutum, sana düşman bir hayat yarattı, farkına varamadın… İçe kapandın! Sen alıştıkça, başkaları da alıştı. Bip kokusu sardı ortalığı… Etrafın koktukça sen de koktun, toplumsal bencilleşmeyi çoğalttın. Sen çürüdükçe etrafını da çürüttün. Etrafın çürüdükçe çürümeye uyum sağladın…
Yalan rüzgârları, yerini yalan fırtınaları ve kasırgalarına bıraktı… Isıracak insan aramaya başlandı. Herkes herkesi ısırmaya başladı… Kuduz köpekler ordusu! Sivri ve iğrenç dişleriyle dolaşan bir yığın madrabaz… Isıracak kimseyi bulamayınca kendi kendilerini ısırmaya başladılar! İnsan, kemirgen varlıklar âleminin en tipik ve azılı üyesi oldu… Kemirgen-i mahlûkat!”
İşte bunları söylemeliyiz, “önde gidenlerden” nefret edene! O yavrularını yiyen timsaha! Tam da burada sarhoşlar şahı, Bekri Mustafa’yı anma zamanıdır. Analım ve yazımızı noktalayalım:
Padişah IV. Murat döneminde ayyaşlığı ile ünlü Bekri Mustafa adında bir derviş varmış. Sürekli şarap içerek her daim alkollü olan Bekri Mustafa bir gün caminin önünden geçmektedir. O sırada camide kaldırılmak üzere bekleyen bir cenaze vardır. Cemaat epeydir beklemesine karşın cami imamı ortalıkta yoktur. Cemaatten bazıları, yoldan geçmekte olan Bekri Mustafa’yı görünce, kılığına- kıyafetine, sakalına, cüppesine ve heybetine bakarak “Hocaefendi ne olursun gel, şu cenaze namazını kıldırıver, cenazeyi ortada bırakmayalım” der. Bekri Mustafa, “Ben hoca moca değilim, benim kıldırdığım namazda geçerli olmaz” dese de, sesini duyuramaz, kimseyi inandıramaz, yaka paça musalla taşının önüne getirilir. Namaz kılınıp iş bittikten sonra, Bekri Mustafa tabuta eğilir ve kimsenin duyamayacağı şekilde mırıldanarak birşeyler söyler. Bu durumu fark eden cemaatten biri, daha sonra Bekri Mustafa’ya sorar: “Hocaefendi, tabutun başında fısıltıyla neler söyledin ki?” Bekri Mustafa cevap verir: “Merhum’a dedim ki, sen şimdi ahrete gidiyorsun, orada sana sorarlar, dünyanın hali nedir, neler oluyor diye; uzun uzadıya anlatmana gerek yok, Bekri Mustafa imam olmuş, namaz kıldırıyor dersen onlar anlar dedim!..”
… (*Artı Gerçek’ten alıntı – 24 Temmuz 2017)
Durmuş AĞZIKÜÇÜK – Aralık / 2019